1. Muqaddime: Dilbilim ve Dil Felsefe’si
2. Muqaddime: Qur’ân İlimler’i
3. Muqaddime: Riwâyet İlimler’i I
4. Muqaddime: Riwâyet İlimler’i II
5. Muqaddime: Müslüman Düşünce Târih’i
6. Muqaddime: Genel Düşünce Târih’i
7. Muqaddime: Bilim Târih’i ve Bilim Felsefe’si
1- Muqaddime:
DİL BİLİMLER’İ ve Dil Felsefe’si
(Lisaniyât /Eşyâ’nın İsimler’i)
[Ders Notlar’ı] {Ulûm el-Hikme Ders Seriler’i}
DİL BİLİMLER’İ ve Dil Felsefe’si (MUQADDEMÂT) Ders Notlar’ını PDF olarak indir |
Muqaddime
Eşyâ'nın İsimleri'ne Giriş
DİLBİLİM’E GİRİŞ
00-Dil’in Emekçiler’i
A- Dil
01-Dil’in Târih’i
02-Dilbilim
B- Mantıq
01-Mantıqu’t-Tayr
02-Nutq-u Beşer
C- Diller’in Tefriq’i
01-Orta Dünya Dil’i:İbranice
02-Doğu Dili:Farsca
03-Uzak Doğu Dil’i:Sankritce
04-Batı Dil’i:Grekçe
05-Uzak Batı Dil’i:Latince
06-Ana Dil:Türkçe
el-KİTÂB’IN DİLİ’NDEN
QUR’ÂN ve DİLBİLİM
A-Qur'ân'ın Dil’i
01-Lugâtu'l-Qur'ân
02-Kelimetu'l-Qur'ân
03-Mu’cemu’l-Qur’ân
B-Mânewî Mebhaslar
01.Mewhum Deliller
02.Maqâsıtu’l-Qur’ân
C-Ahkâmu’l-Qurân
01.Muhkem Âyetler
02.Müteşâbih Âyetler
D-Emir Cümleler’i
01-Emr-Nehy
02-İlga-Nesh
E-Literal Analiz
01-Mübhemât (Lafızların Açıklık Kapalılık Dereceleri)
02-Tahsis/Taqyid
03-Mecaz/Kinâye
04-Anlam’a Delâlet Biçimler’i
Dilbilim (Eşyâ’nın İsimler’i)
Birkaç Değini
1993’den beri 17 Sene’yi bulan bir Sürec’de 6 Feriyat’ta binlerce Ders Akşam’ı yüzlerce Kursiyer’le beraber olduk. Ulûm el-Hikme Ders Seriler’inde el-Gazzâli’nin el-Mustasfa’sının Başı’na eklediği gibi bir Giriş Ders’i Mâhiyeti’nde sunmak istediğim Dil Bilimler’i ve Dil Felsefe’si Dersler’i için yoğunlaşan bir Talep’e 2010 Yılı’nda ulaşmış oluyoruz. Wahy’in Nuzulu’nun 1400.Yılı’nda gerçekleştirdiğimiz Ulûmu’l-Qur’ân Dersleri’nin Katılımcıları’nın Merkezi’nde Yer aldığı bu Talep, Sözkonu’su Seri ile Dilbilimleri’nin Müşterek Konuları’nı Nazar’ı İtibar’e alarak bu İlk Sunumu’nda bir Taqdim-Tehir’e uğramış oldu. Bunu da Rahmân Sûresi’nin Muqaddimesi’ne Denk düşen Hoş bir Tewâfuq sayıp İstihâre edelim.
‘Subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ. İnneke ente’l-Alîmu’l-Hakîm.’
‘Melekler: ‘seni Tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir İlmimiz yok. Muhakkak sen Herşeyi hakkıyla bilensin. Üstün Hikmet Sâhibi’sin’ dediler.
Qur’ân İlimler’i Serisi’nin bir bölüm’ü Dil Bilimleri’ni de ilgilendiriyor. Dil Bilimleri ve Dil Felsefe’si Dersleri’nin verilmesi Talebler’i üzerine bu kesişen Nokta’dan itibaren Dil Bilimler’i Kursiyerleri’ni de Sınıfımız’a Dâhil ettik. Qur’ân İlimler’i Dersleri ile Ortak Konular’ı işledikten sonra, Dil Bilimleri’nin, aslında önce işlenmesi gereken, diğer Konular’ı da (Taqdim-Tehir ile) sunulacak. Madem ki, Dil Bilimleri’ne başlıyoruz, bu Ders’in Muqaddime’si verilmeli idi. Hafta’ya tekrar Qur’ân İlimler’i kalan Dersler’i dewam edeceğiz.
Dil Bilimleri’nde, herhangi bir Ders Kitabı’nı Takib ederek de okuyabilirdik. Mewcut Literatür’ü Ezberleme dışında bunun bir Katkı’sı olmazdı. Halbuki, Qur’ân İlimler’i Serisi’nde de yaptığımız gibi Asıl Derdimiz, Medeniyet’in Dili’ni Yakalama Arzusu’dur. Bizi Motive edecek olan, Zihnimiz’in arkasında Yer alması gereken ve bizi bu Dersler’deki Uğraşlar’a sokan Temel Kaziyelerimiz’i, Argümanlarımız’ı yakalamalıyız.
Bu Meyan’da el-Baqara 30-38 arasındaki Yaradılış Qıssa’sı her bir Kelime’si, Zâmir’i, Parçası’yla sindire sindire Takib edilmelidir. Her bir Cümle üzerinde konuşmalıyız. Bu Âyetler’den Seminer Konularımız’ı çıkaracağız:
Şimdi Dil Bilimleri’nin İlk Seminerleri’ni Te’hir edip, Qur’ân İlimler’i ile Ortak Seminerler’e dönüyoruz. “Kitab’ın Dili’nden: Qur’ân ve Dilbilim” deyip, kaldığımız yer’den Dewam edeceğiz.
Muqaddime
DİL BİLİMLERİ’NE GİRİŞ
Rahmân, Qur’ân’ı öğretti, Beyân’ı öğretti. Keremiyeti’ni, İnsan’a bilmedikleri’ni bildirerek tamamladı, Qalem’le Bilgi’yi Sozsuzluğa taşıdı. Dil’n İnsan’ın Epistemisi’nden, Varoluş Mayası’na dek Öykü’sü.. Allâh’ın İsimleri’nden, Şeyler’in İsimleri’ne dek kendince bir Sistematik Arayış’ı.. Klasik Köklü Diller’den Modern Dili’n İnşası’na.. Dil’in Özgürleştirici Yanı’ndan, oluşturduğu Hapishane’ye dek Gizem’i.. Kutsal Dil’in Çözümü’nde Mantıq’ut-Tayr…
Ve Dil Felsefe’si:
Seminerin Üst Başlığı’nda ‘Dil Felsefe’si’ İfâde’si de var. 7 Seri içinde geçen Bilim Felsefe’si ve Dil Felsefe’si de Yakın Zaman’ın Literatür’ü. Dil’e Wuqûfiyyet olunca bunun Zindanlar’ı arasında, Eşyâ’nın İsimler’i ile Eşy arası’nda kurulan ilişki’yi Nomos ya da Fizis arasında değerlendirme Dilemma’sı var. Eşyâ’nın İsimler’i bizzat Eşyâ’nın kendisi değil. Öyle olunca, Çeviri Metinler/Meâller üzerinden doğan Zindanlar, Dil Felsefesi’nin Konusu’nu Teşkil edecek. Mesela SemÂwât ve Arz’ı Yer ile Gök diye çevirince nice Anlam Eksilmeler’i doğmakta, bunu değerlendirmek Dil Felsefesi’nin Filozofyası’na düşmektedir. Bu noktada TewfÎqî bir Dil var mı yoksa tüm Diller Uzlaşımsal mı Soru’su Felsefe Boyutu’nu ilgilendirmektedir ki, Seminerimiz’e bu Üst Başlığın verilmesi, Konu’nun bu Yönü’yle inceleneceğini göstermek için seçilmiştir.
İsimler, Eşyâ’nın İsimler’i ve Esmâu’llâh olarak ayrışıyor. Melekler için Gayb’da yaşayıp Da Esmâ Bilgisi’ne Sâhip olma Sözkonusu değil. Ama İnsan, Eşyâ’ya, birer Âyet/İşâret olarak bakıp, onlardaki Esmâ’yı keşfetme, Marifet’e erme İmkânı’na Sâhip’tir. Bu Bilgilenme Sonucu’nda, Arzedilen (e-r-d) Eşyâ’dan Esmâu’llâh’a gidildiğinde, melekleşmiş oluyorsunuz. Gayb’ın iki Perdesi’ni açarak ulaştığınız için Melekler’den Üstün bir noktadır bu.
Malayâni’den sıyrılıp, daha ileri gidilince, ‘Hüwe’ İsm’i kalıyor geriye. Ancak bu da hem Yardımcı’dır bize, hem de Perde’dir. Âlim denilince, İnsan Bilgisi’nden Hareket’le hem O’na yaklaşmak ta, hem de uzaklaşmak’da olandan Söz ediyorsunuz.. Sonunda Esmâu’llâh’ın bütün’ü de İptal olup ‘Hu’ İsmi’nden başkası kalmıyor. Hu Zikr’i, nihÂyet ‘Ene’ye dönüşüyor. Gaybet Dili’nden Muhâtab Dili’ne geçiş, Melekler’in İbâdet Dili’dir. O’nun Gör dediğini gören, O’nun gördüğü Yer’den gören, kendi Varlığı’nda, sadece O’nun Varlığı’nın Bâqi kaldığını gören kimse, ‘Ben’ deyince de ‘O’nu’ görmüş oluyor. Herşey ‘Ene’ oluyor.
“Ben’i (Nefsi’ni) bilen Rabbi’ni bilir” Hikmet’i Bağlamı’nda söylenen Sözler de ‘Eşyâ’nın İsimler’i’ hakkında Dâwûd-i Qayseri’nin geldiği Çizgi’yi işâretler. Öyleyse konu madem buralara kadar uzuyor, bu Dersler Dâwûd-i Qayseri Derneği’nde verilirken bunlar da söylenmelidir.
Eşyâ'nın İsimleri'ne Giriş
Yaradılış Qıssası’nın o Çok Meşhur Diyalog’u “Yeryüzü’nde bir Halîfe var‘edeceğim” diye başlıyordu. Hilâfet Kelimesi’ne Nüfuzlar’ı olmayan Melekler, “Orada Bozgunculuk yapacak, Kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd’ederek dâima seni Tesbih ve Taqdis ediyoruz” demişlerdi Allâh da, “Ben sizin bilmediğinizi biliyorum” demişti.
Bu Cewâb Karşısı’nda Melekler, geri çekilip, ‘Subhân’sın, Quddüs’sün, Hamd ile Tesbih ederiz Seni, Senin bildirdiğinden başkasını bilmeyiz, Alîm’sin, Hakim’sin’ deyip Acziyetleri’ni İtiraf ile Teslim oluyorlardı.
Melekler Arz’ı Tesbit’te yanılmamışlardı ama, “Halîfe” Sıfâtı’nın Şumulü’nü Taqdirde Başarısız olmuşlardı. Onların göremedikleri Nokta’yı Tasrih için Âyetler, Âdem üzerinde durmaya Dewâm eder. Allâh Âdem’e Eşyâ’nın İsimleri’ni öğretmişti her Wechesi’yle (külleha). Sonra bunu Melekler’e arz’etti. Melekler Acziyet Cümleleri’ni burada söylerler. Âdem ise, bu Arzediş’te Eşyâ’yı İsimleri’yle bildirmiştir. Melekler “Senin bildirdiğinden başkasını bilmeyiz” derken ‘İlm, ‘allemte Kelimeleri’ni kullanıyor. Âdem’in Eşyâ’yı bildirmesi ise Nebe’e ile İfâde ediliyor. Âdem’in Eşyâ’yı İsimleri’yle bilmesi ve bildirmesi Enbâü’l-Gayb Haberleri’ndendir. Meâl verirken, İlim ve Nebe’ arasındaki Farq kayboluyor. Her Kelime Aslı’yla düşünülmeli.
Sonra Allâh’ın Qawl’i Melekler’e dönüp “Size, Semâ ve Arz’ın Gaybı’nı şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” buyurur. Semâ ve Arz’ı sadece Gök ile Yer diye çevirmek Yetersiz kalacaktır. Semâ ile İsim; Arz (Yer) (ا ر ض) ile Arz etme (ع ر ض) arasında bir Bağ vardır. Arz Kelime’si Fiil halinde geldiğinde, “Allâh, o İsimler’i Melekler’e Arz etmişti”. Arz’ın Neliği Konusu’nda Melekler’in Tesbitler’i Doğru’dur. Arazi’ye baktıklarında, İfsâd eden, Kan Dökücü Varlıklar’ı gördüler. Âdem’i de Arz’da böyle yapacak En’âm, Dabbe, Wuhuş’a qıyaslamakta Haqlı idiler. Buraya kadar Melekler’in algılayabildikleri ve Allâh’ın onlara öğrettikleri tam da böyle idi. Yeryüzü’nde Çamur’dan bir Varlık, tıpkı Wuhuş gibi olacaktı.
Demek ki Melekler’in bildiği Şeyler de var ve bilmedikleri ile Acziyetleri’nden dolayı Tesbih’e bunlar dâhil değil. Arz’ın Mâhiyeti’ni biliyorlar ama, Bilgiler’i, Bildirilen’le sınırlı. Allâh c.c. Melekler’in Sözleri’ni İnkar etmiyor, “Hayır Kan dökmeyecek” demiyor. Lakin “bilmediğinizi biliyorum” buyuruyor. Halife olma, Özgür İrâde Sâhib’i olmanın, Şeytân’daki gibi, Kötü Sonuçlar’ı, olumsuz Yan Ürünler’i olabilir. Ancak “Allâh’a Teslimiyet’le yaşadığında, Melekler’in içinde bulunduğu Durum’dan daha Üst bir Nokta’ya gelecekleri” vurgulanıyor. Melekler “Halîfe” nitelemesinin Bütün Boyutları’nı (Küllehâ) bilememekte; Âdem ise, Eşyâ’nın İsm’i her Wechesi’yle (Külleha) öğretildiği için, Halifelik Wasfı’na Liyâkat’le “Ölü Çamur’dan”, Diriltici İlâhî Nefhâ’ya erişebileceğini İsbat etmektedir.
Melekler Hilâfet Kelimesi’ni tek Wecih üzerinden düşünüp Kötü Sonuçlar çıkardılar. Esasen onların İlgi’si “Eşyâ”ya Yönelik değil, “Esmâu’llâh’a” Yönelik’tir. Bu yüzden Halifelik haqqındaki “Nebee”leri Eksik’ti ve her dâim Tesbihâtları’nı yaptılar. Âdem ise, Arz’ın Halifeliği kendisine “arz’edildiğinde” Melekler’in göremediği diğer Wecheler’i İzhâr etme (Açığa çıkarabilme) Kâbiliyeti’ne hâiz’di. Esmâ Bilgi’si daha önce kendisine “Külleha” verilmişti. Âdem’in Bilgi’si sadece Niceliksel olarak mı Melekler’in Fewki’nde idi, yoksa buna Nitelik Ziyâde’si de var mı idi? Yahut “bilinen’den ‘bilinmeyen’e Qıyâs” ile Yeni Bilgiler Üretme mi kastedilmişti, ilh. Âyetler bunları düşünmeye Yönelik Kışkırtıcı Seçme Kelimeler’le 1400 Yıl’dır Zihinler’i çatlatırcasına Meşgul etmeye Dewam ediyor.
Melekler’in İtiraflar’ı “İnneke Ente’l-Alîmu’l-Hakîm” İfâde’si ile sonlanır. Burada “Hakîm” denmesi Önemli. Allâh’ın Hikmetli Yaradışı’ndaki Muhteşemliğe Tanık oluyoruz, ‘Seni Hamd ile Tesbih ediyoruz’. Hikmet’e binaen Âdem’i Yaratıp döşedin, Onun üzerinde bize Görevler verdin, bizim Aciz olduğumuz Şeyler’i o sergileyebildi, anlaşıldı ki biz ona Ram olmalıyız, bundaki Hikmet’i de gördük Elhamdü’lillâh… diyerek bu İtirafları’nı sürdürüyorlar.
Eşyâ haqqındaki “İlim ve Hikmet” üzerinden İlk Soyutlama’yı çıkarıyoruz. Melâike’nin Dili’nden ‘Alîm ve Hakîm’i hatırlamak, İlimler’in Menşei’ni vurgulamaktır. Melekler kendilerine yansıdığı kadarıyla ‘Halîfe’nin Anlam’ı üzerine kurdukları Bilgiler’i, onların ‘Açık Yerleri’ni’ ortaya çıkarmıştı. Bu Açıkları’nı da yine ‘Cennet Yapraklar’ı’ ile örttüler ve Hikmet’e Ram oldular. Melekler böylece “Sâdıqlar” olduklarını gösterdiler. Âdem’e Zayıf Noktalar’ı gösterilmeden önce, buna benzer bir Sürec’i Melâike üzerinden görebiliyoruz.
Eşyâ’nın İsimleri’ni Okumak demek, Hikmet haqqında bilgilenmek demektir. Diyalog’da “ben size daha önceden demedim mi, Semâwât ve Arz’ın Gaybı’nı bilirim” Qawl-i İlâhi’si, Halîfe’deki İçkin Anlam’ı, Eşyâ’nın İsimleri’ndeki ‘Külleha’ Wechesi’ni İzhar ediyor. Semâwât, İsimler’dir/Gösterilenler; Arz ise Arzolunanlar/ Gösterenler. Allâh ‘Mâsiwâ’yı bilmektedir, ‘Bilinmezleri/ Gayblar’ı’ bilmektedir. Bilinmezlikleri açığa çıkaran İnsan, Allâh’ın İlmi’ne Mir’ât (Ayna) olmakta, ‘Bilinmez Hazineler’i’ bilinir kılmakta, Arzolunanlar’daki Esmâ Tecellisi’ni yansıtmaktadır.
Arz’ın da bir Gayb’ı var. Bu Gaybûbet, Allâh ile İnsan arasında bir Hicâb’tır. Hicâb’ı aralayan İnsan, bunu geçebilmekte ve Semâ’ya/Öte’ye dâir İsimler’e Aynalık edebilmektedir.Gayb’ın ötesinde, Allâh’a Ulaşma/Ma’rifet İnsan için Mümkün’dür. “Bilinmez Hazineler” iken Allâh’ın ‘bilinme’ İsteği’ne, “Külleha” Cewab verebilecek, ve bunun için Yaratılmış Varlık’tır İnsan. “Ben bir gizli Hazine idim…” Hadis-i Qudsi’si haqqında Sened aramanın Gereği yok. Onun dört dörtlük Kanıt’ı burada var. Hadis’in Kritiği’nde elde edilen Sonuçlar, yukardaki Anlam’a hiçbir Şey katamaz. O halde Sened’i geçebilirsiniz. Anlam olarak “Kenz Hadis’i” Qur’ân’ın Anlam Dünyâsı’nda vardır.
Âdem’in Sew’at’ı/Açık Yerler’i Konusu’ndaki İmtihanı’nın bir Örneği ilk önce Melekler’de ortaya çıktı. İlimleri’ndeki Zayıflığı İtiraf ederek, kendilerindeki Sew’at’ı gördüler ve Hikmet’e döndüler. Aynı Hikâye Âdem’de de gerçekleşecektir. Arz’da yaratılmak istenmişlerdi, ama ilk önce Cennet’e yerleştirildiler. Geçici olarak bir konma, Korunaklı bir Mutluluk Diyârı’nda muwaqqaten bir Konar-Göçerlik Durum’u. Âdem’in Asıl İmtihanı’nın başladığı yer henüz değil, orası Cennet. Eşyâ’nın İsimleri’ni Öğrenme Sürec’i Dewam ediyordu.
“Bu Ağac’a yaklaşmayın, yemeyin ondan” dendi, diğer Cennet Ağaçları’nın Hilâfı’na. Cennet Ağaçlar’ı ‘Tuba’ Ağaçları’dır. Tuba, yani, Tayyib, Temiz Rızıqlar’dır; İlim ve Hikmet’in Menşei olan Wahiyler’dir, Ni’metler. Dünyâ Hayâtı’nın Küçük bir Demo Versiyon’u sergileniyordu adeta, Tayyib Rızıklar(Nûr) ve Habâis (Zulumât). Dünyâ’da da Temiz’den yenecek; Habis’ten yenmeyecektir.
Şeytân Tarafı’ndan Habis-Lanetli Ağaç nitelenir: “Şecere-i Huld”. Habis-Kötü olan süslenir, Süslü gösterilir, Tezyin edilir Nâs’ın Zayıf Noktaları’ndan yaklaşılarak. Halbuki bu Yön’deki Bilgi’nin Kaynağı, Alîmu’l-Hakîm olan Allâh’ın kendisi idi. Şeytân’ın Niteleme’si, onun Esası’ndan değildi. Allâh “Eğer bu Ağaç’tan yersen Zâlimler’den olursun” diyerek işin Hülasası’nı bildirmişti.
Zulm’ün Karşıt’ı, Adâlet, Zulmet’in Karşıt’ı, Nûr’dur. Lanetli Ağac’ın Habis Meyve’si, İnsan’ı Nûr’dan uzaklaştıran, Zulm’e/Karanlığa gömen, Semâ ve Arz haqqındaki Gayb’ın İfşâsı’nı yansıtacak İnsan’ın Aynası’nı karartan/Işığı’nı gideren bir Mâhiyet’te idi.
“Nefsim’e zulmettim” diyerek Âdem ‘ben Karanlığa düşürdüm kendimi, İyi’yi seçemedim, önümü göremedim’ diye Nedâmet gösterir. ‘Niçin o Ağac’a yaklaştın’ Sorusu’nu, ‘Çünkü ben unuttum’ diye cewaplar. Unutmak, Nisyan ile Ma’lul olan İnsan’a Mâzeret’tir.
‘Şeytan onu bana güzelleştirdi, sonra Yemin etti Senin Adı’nı kullanarak, benim İyiliğimi istediğine, Nasihatçı olduğuna. Senin Adı’nı kullanarak birinin Yalan söyleyeceği Havsalama sığmazdı. Allâh Adı’nı kullanarak, Allâh ile aldatarak böyle bir Sonuc’u düşünemedim…’
Burada çok Önemli bir Bilgi daha edindi Âdem. “O senin ve Zürriyet’in için apaçık bir Adüw/Düşman’dır” bil artık. Bu bizzat Tecrübe’yle edinilmiş (başka Türlü öğrenilmesi Mümkün olmayan) Bilgi, Eşyâ’nın Esmâ’sı haqqında İnsân’ın Eksik kalan Tarafı’nı tamamlayan ve Arz’a, Arz’daki Asıl İmtihan’a hazırlayan bir Yetişme/Yetiştirme Merhalesi’ni işaretliyor. Münzel Bilgiler’in, Aql’ın, ve Wicdan’ın Sesi’nden başka Kulağımıza gelen diğer Bilgiler Şeytân’ın Bilgisi’dir. Şeytân’ın Katması’dır, Ümniyyesi’dir, ona âit’tir. 42/eş-Şura 51’de gördüğümüz 3 Tarz-ı Wahiy, Orta Dünyâ’nın ‘Münzel Bilgi’si’; Doğu’nun Wicdânı’nda duyulan ‘İçe Doğuş Bilgi’si’; ve Batı’nın Hicâb Arkası’ndan Fizikötesi’ni aralayan ‘Aqıl Bilgi’si’, Şeytân’ın süslediği Habâis’e değil, Bilgi’nin Birliği’ndeki Hikmet’e Mebni’dir. Ne varki Aqıl ve Wicdân’a Şeytân’ın Sızma’sı daha Kolay’dır ve Muharref Kitablar’da da onun katıp karıştırması vardır.
Şeytân Weli edinilirse, onun Welâyet’i sizi kandırır. Allâh ile bile aldatır o. İçten konuşur gibi de konuşur (Wicdan ile aldatır). Aqletme Süreci’ne de Dâhil olabilir. İnsan için Elzem olan bu en Önemli Bilgi de Cennet’teki ‘Yasak Ağaç Eğitimi’ ile tamamlandı. Aksi halde Âdem diğer öğrendiği tüm Bilgiler’i de unutacak, Zulumât’a karışacaktı.
İnsan bu Bilgi’yi de öğrenince, ‘Bilgi Ağacı’nda’ bilmediği bir Yaprak kalmadı. Açık Yerler’i de Wahiy ile (Waraqa’l-Cenne) ile örtülmüş oldu. Âdem’in Cennet’teki Yanılma’sı, Dünyâ’daki gibi bir Yanılma değil. Bu, Çocuğun yanılması türünden, Tecrübe ile Öğrenme Aşaması’ndan, bir Yetişme-Hazırlama Süreci’nden İbâret’ti. Âdem artık Rüşd Çağı’ndadır.
Âdem’in Oğlu’nun Son Hatırlatması tam 1400 Sene önce (610-2010) Son Hatırlatma/Tezkire olarak gelmiş bulunuyor. Allâh İnsan’ı bu Alaqa’dan yarattı. Bilmediğini öğrenmek, hatırlamak, Alaqa’yı unutmamak, Rabb’inin Yaratma’daki İsmi’ni, Eşyâ’yı okumak… Bütün bunların hepsi, Allâh’ın İnsan’a İkrâmı’nı hatırlamaktır. Âdem’in Mükemmel Yaradılışı’ndaki Arketip’i okumak, Qur’ân’ı okumaktır. Rahmân, iki Öğretiş arasında İnsân’ı yarattı. İnsan İki Öğretiş arası’ndaki Alaqa’dır. Önce Qur’ân’ı öğretti (Waraqa’l-Cenne). Bu Öğretiş’le Beyân’ı Öğretiş arasındaki Alaqa’yı kuran İnsan’ı yarattı. Bütün bu Süreç ise, Rahmâniyyet’in- Keremiyyet’in İfâdesi’dir. İkrâm’dan kaçınmak, Alaqa’yı kesmek Anlamı’na gelir. Âdem yaratıldığında “bu muydu İkram ettiğin” diye Hikmet’i değil, Kibr’i seçen Şeytân’ı doğrulamaktır. İnsan’ın Keremiyyet’i, Şeytân’ın yanında değil, Allâh’ın yanındadır. Alaqa’yı kesen ‘Hulqu’l-Azim’e uzaklaşır. Şeytân’ın Adımları’nı Tâkib eder.
İnsan hiçbir Şey bilmezken, Zihn’i bir ‘Tabula rasa’ iken mi yaratılmıştır? Ontoloji’yi önceleyen Doğu ile Epistemoloji’yi önceleyen Batı Gelenekler’i burada nerde durmaktadır? Bu Sorular’a, Qur’ân’ın öğretilmesinin Öncelik taşıdığını söyleyerek Cewab verebiliriz. Anlam’ın/Beyân’ın öğretilmesinden önce, Qur’ân öğretilir. Bu Gelenek Sıbyan Mektebleri’ne, hatta yeni doğan Bebekler’e de Tatbik edilmiş. Dünyâ’da İlk duyduğumuz Ses, Dünyewî bir Yankı’yı değil, Sağ ve Sol Kulağa okunan Ezân’ı, Qur’ân’ı naqşeden bir Ses’i taşır. Yine Sıbyan Mektebleri’nde, Çocuk daha Anlam-Beyan Bilgisi’ne kavuşmadan, Qur’ân Ezberleri’yle ilk Eğitimleri’ni alır.
Din Dil’i, yukarda görüleceği gibi, Sokağın Dili’nden Farqlı, Sembolik, Alegorik bir Üst Dil’in İfâde’si olmuş oluyor. Bu Dil ile taşınan Bilgi, Melekler’in Dil’i/İlmi’dir. Bu Bilgi, Waraqa’l-Cenne Bilgi’si olarak, Kategorik Düzey’de, tüm İnsanlar’da varolan Küllî bir Bilgi’yi İfâde eder. Peygamberler’e gelen Sahifeler, Waraqlar üzerine Yazılı’dır. Bu Sahifeler’deki Yapraklar(Waraqlar) Cennet Yaprakları’dır. Mıhlar ve Tahtalar’la Lewhalar oluşturulur. Hz.Mûsâ Zamanı’nın Çivi Yazı’sı, böyle Lewhalar’ı gösterirdi. Yine Mıhlar ve Tahtalar’la Nûh’un Gemi’si İnşa edilir. Nûh’un Sahifeler’i, Nûh’un Mıh ve Tahtaları’nda, onlar da Nûh’un Gemisi’nde iç içedir.
Mûsâ’nın Lewhaları’ndaki Emirler, Âdem’e kadar giden ve yaklaşılmaması gerekenleri sıralayan Kategorik Emirler’dir. Eğer Qalb Açık kalırsa, bu Kategorik Bilgi’nin unutturulması, İzâle edilmesi Mümkün değil. Korunmuş, Lewh-i Mahfuz Bilgi’dir. En Son Arabça Okunuş’u ile bu Korunmuş/Lewh-i Mahfuz Bilgi, aktarılmıştır. Waraqlar, Sahifeler, Mıhlar, Levhalar, Gemiler, Taqva Elbiseleri, Tayyib Yiyecekler, her Mescid’e gidiş’te takınılacak Zinetler… nasıl Sokağın Dil’i olabilir?
DİLBİLİM’E GİRİŞ
(TANITIM)
1-er-Rahmân.
2-Qur'ân'ı öğretti.
3-İnsan’ı yarattı.
4-Ona Beyân’ı (düşünüp İfâde etmeyi) öğretti.
Ekrem olan Allâh, Keremiyyeti’ni İnsan’a bilmediklerini bildirerek tamamladı. Qalem’le Bilgi’yi Sonsuzluğa taşıyarak İnsan’ı da Keremli kıldı.
Dil’in Epistemesi’nden (Bilgi Kaynağı’ndan, Sınırı’ndan); Varoluş Mayası’na dek Öykü’sü anlatılacak.
Allâh’ın İsimleri’nden, Şeyler’in İsimleri’ne dek Sistematik bir Arayış’ın İz’i sürülecek.
Klasik Köklü Diller’den Modern Dil’in İnşası’na; Dil’in İyileştirici Yanı’ndan Hapishanesi’ne dek Gizem’i aralanacak.
Kutsal Dil’in Çözümü’nde Mantıqu’t-Tayr Tercemeleri’ne Arif olmak için bir Çaba…
Qur’ân’ın Dil’i 6.000 Kelime ile Diller’e girmiş. Âdem’e, “Çamur’a” Rûh veren İlâhî Nefha gibi, İnsanoğlu’nun Dilleri’nde de bu 6.000 Kelime O’na Hayat bahşetmeli, O’nda Nefes alıp vermelidir. Nitekim O, Farsça’ya girdi ve O’nu Medeniyet’in Dili’ne çevirdi. Klasik Türkçe’ye girdi, Kürtçe’ye, Urduca’ya, Farsî, Türkî Diller’e, kısmen Balkan, Kafkas, Afrika, Doğu Dilleri’ne girdi, onları “Medeniyet’in Dili’ne” Âşina kıldı. Ne var ki, Bu Kelimeler Grekçe’ye, Latince’ye girmedi. Eğer Avrupa Medeniyet Dönüşü’nde Kelimeler’i bünyesine alacaktır.
Bundan sonraki Dersler Qur’ân İlimler’i ile Dilbilimler’inin Müşterek Seminerleri’ni Konu alacak. Dilbilim’inin Giriş Konuları’nı erteleyerek, “Kitâb’ın Dili’nden Qur’ân ve Dilbilim” Konular’ı El’e alınacak. Normal olarak önce Dilbilim Giriş Konular’ı görülüp sonra Qur’ân üzerinden Örneklemeler’e geçmek gerekiyordu. Ancak Qur’ân İlimler’i Seri’si Dewam ettiği için, önce Ortak Dersler’i izliyoruz.
Bunlar da Qur’ân’ın Lugat’ı, Kelimeler’i, Mu’cem’i Konuları’nı; Mânewî Bahisler’i-Mewhum Deliller’i (İstishab, İstihsan, İstıslah);
Muhkem, Müteşabih, Ahkâmü’l-Qur’ân, Maqâsıdü’l-Qur’ân; Emir, Nehiy, İlga, Nesih;
Literal Analiz-Lafzî Mebhaslar; Nass’ın Açıklık-Kapalılık Dereceler’i; Muhkem Âyetler’in Te’wil’i (Çelişkisiz Qur’an);
Delalet Biçimler’i- Mantuq-Mefhum; Umum, Husus; Mutlaq, Muqayyed; Haqiqat, Mecaz; Anlama Delâlet Biçimler’i Konuları’ndan oluşuyor.
Bundan sonra, Dilbilim’nin Giriş Dersler’i, Klasik ve Modern Tarih’i, Mantıqu’t-Tayr ve Nutq-u Beşer; Klasik Diller Konular’ı izlenecek.
DİLBİLİM VE DİL’İN TÂRİH’İ
Dilbilimler’i (Linguistik), 1800ler’de Dil İncelemeleri’ndeki yeni bir Yaklaşım’ı Temyiz etmek için kullanılmaya başlandı. Daha önceleri Filoloji içinde el’e alınan ve Felsefe, Psikoloji, Sosyoloji Dalları’nın birer Altbölüm’ü olarak Ferdinand de Saussure’e (1857-1913) kadar gelen Linguistik, ondan sonra ise tek başına bir Bilim olarak bağımsızlaştı.
Linguistik için Osmanlıca “Lisâniyat” Tâbiri’nin Karşılık olarak verilmesi şaşırtmasın. Bu 1800ler’de de Temeller’i atılan ve 1900ler’de kurulan Disiplin’in İsmi’nin Arabça olması, Kökeni’nin Eski olduğu Anlamı’na gelmiyor. Tıpkı 1800ler Osmanlı Modernleşmesi’nde Psikoloji’ye “Rûhiyat” denmesinin, onu Köklü bir Geçmiş’e bağlamadığı Haqiqat’i gibi. Bu Terimler asla Masum değildir.
Dil’e giydirilen Anlamlar’ın, onların Maddesi’ne üflenmiş Rûh’lar olduğundan bahs’etmiştik. Bu bakımdan İslâm’la şereflenen Milletler’in Dilleri’ne Qur’ân Kaynaklı 6.000 Kelime’nin Nüfuz etmesinin onları Medeniyet Diller’i hâline getirdi. Bu Qur’ân Kelimeler’i Âdem’e, O’nun Çamuru’na Hayât veren İlâhî Nefha gibidir. Ancak Fetret Dewirlerimiz’de, yukardaki Örnekler’de olduğu gibi, “Bizim” diye bilinen ama, Tamamı’yla Modern Dönem’in üflediği Rûh’la biçimlenen Kelimeler’de bunun aksi bir durum Sözkonusu. Eğer Qur’ân’la aynı Dil’i paylaşan bir İsimlendirme’yi, onu içeriği’nden soyutlayıp başka bir Anlam Dünyâ’sı içinde resm’ederek yaparsanız, o artık Qur’ân Kelime’si olmaktan çıkar. Bu bakımdan Osmanlı’nın Son Dönemi’ndeki Batı’dan Tercüme İsimlendirmeler İsabetli görülemez.
Medeniyet Târihimiz’de Dil ile ilgili İlimler bir “Âlet İlmi” olarak görülmüş, bir Muqaddime… Gerçekten de Dil Bilimler’i, bizim de Ulûmu’l-Hikme Serimiz’de, hepsinin başında bir Muqaddime olarak yer alıyor. Diğer İlimler, Qur’ân İlimler’i, Riwâyet İlimler’i, Medenî Düşünce Târihimiz, Genel Düşünce Târih’i, Bilim Târih’i, ondan doğan Disiplinler’dir. Her Bilim, kendini Dil ile İfâde ediyor. Dil’e gelmeyenin Hayat’ta olmasına İmkan yok. Dolayısıyla her Bilim için olmazsa olmaz bir “Âlet” olarak Dil Bilim, bütün öteki Disiplinler’e öncelik taşımaktadır.
Dilbilimleri’nin her Aşaması’nda Qur’ân-ı Kerîm’in Âdem Qıssası’nı ve orada Eşyâ’nın İsimleri’nin öğretilmesini hatırlayacağımızı ve bunun Tedâisel Yönleri’nden İstifâde edeceğimizi söylemiştik. Yine Rahmân Sûresi’nde İnsan’ın Yaratılması’ndan önce, Qur’ân’ın öğretilmesi ve, sonrasında da Beyân’ın öğretilmesi üzerinde durmuştuk. Qur’ân niye Beyân’dan Müstaqil olarak söylenmiş ve niye Yaradılış’ı öncelemiş diye de Konu’yu açmıştık. Buradan da Dilbilimleri’nin Önem’i ve öncelikli Konum’u üzerinde Bahisler çıkmaktadır.
Modern Dilbilim’i ise onu sadece bir Âlet olmanın ötesinde Kurucu bir Merkez’e yerleştirdi. Dilbilimi’nin Disiplinlerarası Doğası’nı, bundan böyle, onu Çekirdeğe yerleştirerek İzah etmektedirler. Bu Çekirdek Bilim Etrafı’nda, Beşerî ve Fizikî Bilimler yer almaktadır. 1800ler’den sonra İcad edilen ve Merkez’e konan bu Yönü’ne geçmeden önce, Klasik Dönem’de ve Filolojik Çalışmalar’da durum ne idi ve Modern Dönem’de farqlılaşan ne olmuştur diye sorabiliriz. Modern Dönem deyince, Ad’ı üstünde, Klasik Dönem’den bir Kırılma’yı İfâde etmiş oluyoruz. Bu bir Genişleme ve Genleşme değil, tam bir Kırılma Şekli’nde, Ayrışma ile olmuştur. Dil’in algılanması Açısı’ndan bir Kırılma var. İster istemez bu Kırılma’nın Din Dili’ne Sirâyet etmiş Boyutları’nı da Bugün maalesef Müşâhede edip durmaktayız.
Batlamyus Kuramı’nda olduğu gibi Filoloji’de de, âdeta Kopernikvâri bir Devrim ile Herşey’in altüst edildiği bir Kırılma yaşanıyor. Daha önce Klasik Dönem’de, Batlamyus Fiziği’nde bir Kutsal Merkez vardı. Bu da İnsan’la ilgili olarak Dünyâ idi. Ama Modern Fizik der ki; ‘Evren’in Merkezi Dünyâ ile ilgili görülemez, Dünyâ kenar’da bir yer’dedir. Güneş Sistemi’nde 3.Sırada, kıyıda köşede, terkedilmiş gibi duruyoruz.’
Kitâbî olan Dinler’de (Semitik), Dil’in Allâh ile İnsan arasında çok Özel bir Bahş olduğu belirtilir. Dil’in öğretilmesi Tanrısal bir Edim, ve Wehbî bir Bahş olarak anlatılır. 1800’lerde Yaradılış Açısı’ndan çok Farqlı Kıtalar’da, çok Farqlı İnsanlar’ın zaman’la Uylaşımsal bir şekil’de Farqlı Diller’e Sâhip olarak evrimleştiği Tez’i Qabul gördü. Bu Yıllar’da, Skolastik Öğreti’nin Etkisi’yle bir ölçü’de Dewam eden Mabed’in Dil’i (Wehbî Dil) Anlayış’ı terk’edildi ve Farklı Öbekler hâlinde her bir Dil’in kendi “kıyısı’nda, köşesi’nde” Teşekkül ettiği İddia edildi.
Oysaki Klasik Filoloji, Ortak bir Dil Anlayışı’nın Ürünü’ydü. Böyle bir Ortak Dil Arayış’ı, onu Motive ediyordu. Modern Kırılma’da ise, ‘Müşterek bir İnsanlık Dil’i yok’ dendi. Evrim Sürec’i içinde Aqraba olan Dil Âileler’i vardır. O Dil Âile’si içinde Yakınlıklar olabilir, ama Milletler’de Müşterek bir Dil, Müşterek bir Âile yok’ dendi. Âdem Qıssa’sı, bir Mitoloji olarak görüldü ve hem İnsanlar, hem Diller’i için bir Merkez olabileceği Fikr’i, tamamen terk’edildi.
İkinci Farq ise şudur: Hind’den başlayıp Antik Yunan’a kadar Dil Bilimleri bir Alt Disiplin idi. Dil Filozof’u, Yapısalcı Ferdinand de Saussure, Genel Dil Bilimler’i Dersleri Kitabı’nda, Dilbilimi’nin Kutsal Kitab’ı sayılan bu Baş Eseri’yle, onu bir Âlet Bilim’i, bir Alt Ünite olmaktan çıkarıp, tüm Bilimler’in İçyüzü’nde onu Çekirdeğe yerleştirdi. Böylece Klasik Dönem’den 2 Farqlılaşma’yı özetlersek şunu demeliyiz:
1-Ortak, Tek bir Dil Âile’si yoktur.
2-Dilbilim Müstaqil bir Bilim’dir.
Modern Dilbilim 3 Âile Dil Grub’u İcat etmiş: Hind-Avrupa, Semitik ve Mongoloid. Bunlar önceleri Tek Heceli, Basit Kelimeler’in kullanılmasıyla bir Mahreç Yakınlığı’nı taşır. Bu Morfolojik Benzerlik dışında Esas Farqlı Nokta’yı Gramatik Yapılar belirler. Böylece Dil’in karmaşıklaşması ortaya çıkar. Bu Farqlılıklar’ı ise tek bir Ortak Dil’e indirgeyemeyiz… Bu Görüşleri’nin yanında Modern Dilbilim Dil’in Gelişimi’ni, Zamanlar, Edatlar, Yan Cümlecikler, İsimler etrafında karşılaştırmalı bir şekilde sunar. Buna göre önceleri sâdece şimdiki Zaman’ı içeren, Fiiller’in yoğunlukta olduğu, Yan Cümlecikler’den Yoksun Diller, zaman’la Gelişim kaydetmişlerdir.
Mesela Semitik Diller, Fiil Kökenli, Soyut Düşünce’ye Yatkın, Bükümlü Diller’dendir. İsimler de Fiil Kökenli kurulmuştur ve Edatlar’a daha az yer verilir. Eklemli Diller içinde Türkçe’yi görürüz. Uzak Doğu Diller’i de hakeza…
Bükümlü Diller’de bir Kelime’den 300–500 Kelime’yi (Arabça’da 1000’e ulaşabiliyor), eğip, bükerek türetmek Mümkün’dür. Bu Kavramlaştırma Yöntem’i, çok Zengin bir Muhayyile’yi doğurur.
Keltik Diller, Fin Dilleri, Slaw Diller, Afrika Dilleri gibi daha Ayrıntılı Tasnifler de yapılmış. Afrika’da olup da Qıta’nın Afrikaik olmayan Diller’i de var. Cibuti, Habeş, Sudan, Moritanya gibi, Arabça konuşulan Yerler’den söz’edebiliriz. Falaşalar ise Afrika’da Zenci Yahudi’ler olarak İbranice konuşur. Qıptîler ise, Mûsâ a.’a Adı’nı veren Mısır’ın hala yaşayan Dil’i. Egemenliği dolayısıyla Afrika’ya bir çok Kelime Hediye etmiştir. Bunu dışında Berberî Dili, Kenya, Gana Civarı’nda Swahili Diller’i gibi Kök Diller var.
Farqlı Dil Âileler’i Konusu’nda Modern Linguistik Algı, Yahudi-Tewrat-Nûh Tufan’ı Algı’sı ile örtüşür. Nûh ve 3 Oğlu, İnsanlığın Farqlı Atalar’ı olarak orada Taqdim edilmişti. Bu Efsane’de “Benî Âdem” diye bir Şey kalmamıştır. Dahası Semitik olan da Tanrı’nın Katı’nda daha üÜstün’dür. Bu Anlayış’ı, bazı Benzerlikler taşıyor diye, bizde de var diyerek qabullenemeyiz. İnsanlığın Birliği Görüşü’nün, Qur’ân’dan kalkarak, Müslüman’ın Temel Görüş’ü olduğunun altı çizilmeli’dir.
‘Allah Sizleri yarattı. Yarattıktan sonra Qabileler’e bölüştürdü, Lisanlarınız’ı ayrıştırdı. Bütün bunlar Allâh’ın Âyetleri’nden… Tanışasınız, Bilişesiniz diye, Allâh’ın İkrâm’ı olarak Dilleriniz ayrıştırıldı. Lisanlar’ın bu ayrıştırılması, Allâh’ın Âyetleri’ndendir. Bu bakımdan her Dil Dikkat’e Değer’dir ve Hürmet’e Lâyık’tır. Ayrıştırma varsa, demek ki önceleri bu Diller’in Bir olduğu da söylenmiş oluyor.
Âdem’e öğretilen, Eşyâ’nın İsimleri’dir, Dil-Lisân değil. er-Rûm 22’de Lisanlar’ın İhtilaf’ı Âyet olarak bildiriliyor. Önceleri Bir olan Tek Dil (aslında Dil değil, bel ki Eşyâ’nın İsimler’i olarak) vardır. 1800ler’in Kurucu Babalar’ı (Baba- Patrik/Patristik Felsefeler’i) ise, bunun aksini İddia ediyorlar. Eğer Farqlı Dil Âileler’i var denirse, Farqlı Âdem’ler, Farqlı Atalar, Kökler var demiş oluruz. Bunun da Kurucu Baba’sı olarak Saussure, Farqlı bir şekilde “Eşyâ’nın İsimleri’ni öğreten” bir Patristik olarak görünüyor.
400-500 tane Kavram, 100-200 tane Kişi, 200-300 Yıl geriye giden bir Zaman Dilimi’nde, Modern Dönemler’i belirliyor, onların yarattığı Kavramlar’la İnsanlar yatıp kalkıyor. Tartışılmaz, Dogma olmuş bu Kavramlar’dan, bu Kurucu Babalar’dan İcâzet almayan konuşamıyor. Bu Kavramlar, İnsanlık var olduğundan beri Var olan değil, 3-5 Kişi’nin 1-2 Asır önce ürettiği Kavramlar’dır. Bu Kavramlar ile konuşunca, O’nun Oyuncu’su, O’nun Figüran’ı olmuş oluyorsunuz. Üretilen 4-5 Yüz Kavram; Liberalizm, Hind-Avrupa Diller’i, Demokrasi, İnsan Haqlar’ı… ( Küçük Güzeldir’in Yazar’ı, E.F. Schumacher, Batı’da Medya’dan Uzak Dağ’da bir Çoban’ın bile Darwin, Marks, Freud gibi Babalar Tarafı’ndan Zihni şekillenmiş olarak yetiştiğini söyler).
Belli bir Fikir-Zihin Dünyâsı’nda yaratılmış bir Senaryo’yu, kendisine üflenen Süfle’leri Edilgen bir şekilde konuşmak, Senaryo’ya göre oynamak, Düşünce üretmek değil, sadece Tekrar etmek şekli’nde Zihinler Baskı altına alınıyor. Düşünseniz bile o üretilen 3-5 Yüz Kavram Etrafı’nda, bunları Küllîler/Universallar olarak Qabul etmek Sureti’yle, onların Etrafı’nda dolanabilirsiniz. Melekler’in Wahy’i ile değil, İnsan’ın yarattığı Basit Kavramlar’la yüceltilmiş Beşerî Sözler. Allâh’ın öğrettiği Küllî İrâde’nin Kavramlar’ı değil, İnsan’ın “tanrılaştırdığı” Kavramlar…
Modern Dilbilimi’nin yaslandığı Kavramlar’ın Tewrat Hikâyeleri’yle Uyumu’ndan yukarıda bahs’etmiştik. Ancak bu Dönem’in Din’e-Kilise’ye karşı gibi görünen Çatışmacı Dil’i Yanıltıcı’dır. Wahy’in İçeriği’nin tersyüz edildiği, Grek Mitosları’yla Uyumlu Hâl’e getirilmiş Sahte Din’in, Roma ile alıp veremediği çok fazla bir Çatışma Alan’ı yoktur. Dolayısıyla Asıl Tartışma ve Mücâdele’nin Sahne olacağı Yer’i, Wahy’in büyük Başarılar’la şekillendirdiği Medeniyet Dünyâsı’nda görmek gerekir. Öyleyse Bu Dönem’in Din’e Karşı gibi görünen Çatışma’cı Dil’i, asıl Kapışma’ya dâir önceden hazırlanmış Antrenmanlar, Egzersizler’dir.
Genel Dil Bilim, Nazarî, Âmeli/ Uygulamalı Dil Bilim, Karşılaştırmalı Dil Bilim gibi Alanlar’a ayrılır. Yapısalcılık ile ilişkilendirilir ki, o da Târihselcilik’le Alaqalı’dır. Bize göre ise, asıl Târihsel olan, bu Kurucu Babalar ve onların yarattığı Kavramlar’da aranmalıdır. Hind-Avrupa Diller’i diyen kim? Bunu Hind-Germen diye özelleştiren kim? Bu Buluşlar Tanrısal mı? Öyleyse burada Söz Sâhibi olan Almanlar görülmeden, bu buluşların ardındaki Târihsellik Zâfiyeti farq’edilemez.
Hind Diller’i ile Avrupa Diller’i diye bu Birleştirme bir Kompleks’in Ürün’ü. Avrupaî Halqlar, Germenler yakın Zamanlar’a kadar Romalılar’ın Barbar diye adlandırdığı Halqlar’dı. Klasik Roman Wâris’i olarak, “Kutsal Roma Germen” İddia’sı, işte o “Barbar”ın Hıncı’nı içinde taşıyor. Hind Dil’i 1800ler’de İnsanlığa en Eski Dil, Upanişadlar’ın Dil’i diye Taqdim edildiğinde, bu Kompleks’le kendini aynı Kavram içinde İfâde etmedeki “Tepki’yi” görmemek Mümkün değil.
Kazılar Avrupa’yı değil, Afrika’yı öncelikli gösteriyor. Buradan Yayılmalar’da da yine Avrupa öncelikli değil. Hind Avrupa-Germen deyince, Avrupa Halqlar’ı Hind ile Aqraba, İlk Aqıllanan, İlk Konuşan Sanskrit Haqları’yla Aqrabayız demişler. Bu tür Eleştiriler’i, Dil Felsefeciler’i de yaparlar. Tıpkı, Bilim Felsefesi’nde, Bilim’i sarsan Eleştiriler’in yapıldığı gibi. Buralardaki Sarsıcı Eleştiriler’e rağmen, ortaya aynı Güç’te Kurucu Kavramlar konulamadığı için, bir Kısır Döngü içinde, Yanlışlığı görülse bile, Kurucu Babalar’ın Kavramlar’ı yine de terk’edilemiyor. Çünkü onlar nezdinde ve sayesinde, aslı hedeflenen Merkez’e Karşı Güçler devşirilebilmektedir.
A-
DİL
2-DİLBİLİM DALLAR’I
SAWTÎ MEBHAS’LAR (a- Fonoloji: İlm-i Sawt/ b- Fonetik: Sawtiyat)
SARFÎ MEBHAS’LAR (c- Morfoloji: İlm-i Sarf)
Dilbilim’in önceki Ders’te bahsettiğimiz Babalar’ı, bizim kavramsallaştırmalarımıza uymayan yeni Kavramlar İcad etmişler. Osmanlı bir şekilde bu Kavramlar’ı Tercüme ile almış. Mesela Hikmet Kavramı’nın başına Târih’te Olumlu-Olumsuz Musallat olmuş Şeyler, burada da Sözkonusu’dur. Bununla beraber TC Dönem’i, Osmanlı’nın Tercüme Kavramları’nı tümden İlga ederek, Orijinal Latince kullanımlarını aynen almakta beis görmemiştir.
Konumuz’la ilgili (Sawti Mebhaslar) Osmanlı’nın Fonoloji Karşılığı’nda verdiği Sawt Terim’i Qur’ân’da geçer. Bir Qur’ân Kavram’ı olarak Sawt, çeşitli Kullanımlar’la bizi ilgilendirecektir: Sawt-ı Nebî, Sawt-ı Şeyâtîn, Sawt-ı Himar vb. “Ey Mü’minler Rasûl size bir Şey anlatırken, O’nun Sesi’nin önüne geçmeyin” denmişti mesela. Biz bunu Remzî Anlamı’yla beraber Dilbilim’e de taşıyabiliriz.
Yine, Şaqîlik ve Taqwâ İlhamı’nda Şeytân’ın Ses’i ve Meleğin Ses’i İnsan’a Farqlı Şekiller’de “seslenecektir”. Şeytân’ın Ses’i İnsan’a Weswese Fısıltılar’ı verirken, Meleğin Ses’i, Rahmânî Ses’e Karşılık gelecektir.
Hz.Âdem’de İlk Ortak Dil’i buluruz. Buradaki “Ortak Dil’in”, Lisân Anlamı’nda kullanılmadığını, henüz Ses’e ve Şekl’e girmeden önceki Hâl’i Temsil ettiğini söylemiştik. Ancak Bu Şekillenme Haller’i, Farqlı Çağlar’ı, Zamanlar’ı, Mekanlar’ı doğuran ve Farqlı Etnisiteler’i, onların Lehçeleri’ni, Ağızları’nı belirginleştiren Renkler ve Zenginlikler olarak gelişti.
Dil Devrim’i ile beraber bir çok İnceliğin de kaybolduğunu görüyoruz. Mesela Nazal Ne denilen Geniz Ne’si bu kaybolan Harfler’dendir. Osmanlı Türkçesi’nin Alfabesi’nde görülen Dad vb.leri, Arabça denilerek atıldı. Halbuki pek çok Arabça Kelime bu Harf’in Temsili’yle türkçeleşmişti. Bu Dersimiz’de, Lehçe, Ağız ve benzeri, bir Dil’in içindeki Değişimler’i, Sesler’i, Tınılar’ı göreceğiz. Aslında bu Konu’ya, “7 Harf” Dersi’ni işlerken ağırlıklı olarak değineceğiz. 7 Harf Meselesi’nde, Dilbilimi’ni ilgilendiren Yön’ü olarak, bir Dil’in Lehçeler’i üzerinde ayrışmayı, Qureyş ve Aqrabalar’ı üzerinden bize taşıması yönü’yle zikre değer buluyoruz. Bu da Diller’in Fonetik, Morfolojik Yapılar’ı hakkında, kendimizden bir örnek’le İzah’a İmkan vermektedir.
İkincisi Tecwid Konu’su da benzer bir Literatür’le Dilbilim’e Paralel Açılımlar’la işlenebilir. Dilbilim’le Paralellikler ya da Müşterekiyetler’den bahs’edince, 1300 Yıllık bir Tecrübe’den, Medrese Eklemli bir Yorum ve Çaba’dan da bahs’etmiş oluyoruz. Linguistik’te bunlar nasıl oluyor, şimdi onlara bakalım:
Fono ve Logos Kelimeleri’nden Ses Bilim, 1800’lerde çıkarılıyor. Osmanlıca bunu, Mebhas-ı Aswât, Melfuze, Sawtiyât ile karşılamış. Ses Birimi, Morfem, Dil’de bulunan en Küçük Anlam Birim’i olarak tanımlanır. Önce Fonoloji’den Dewam edecek olur isek, Ses Değişmeler’i, bununla ilgili olarak Hece Yapı’sı, Vurgu, Aksan, Titremleme ve Ses Olaylar’ı gibi İnceleme alanları’nda Görevsel Ses Bilgi’si üzerinde durur. Mesela Türkçe Bazı Ağızlar’da , başta R Harf’i bulunmadığı için, Ramazan yerine Iramazan; Rahat yerine Irahat Kelimeleri’nin Kullanılış’ı böyledir. Yine Spain Kelime’si Latince’de Hispain şekli’ni almıştır. Bunun dışında Ses Düşmeler’i, Hece Düşmeler’i, Aykırılaşma, Benzeşme, Ses Türeme’si, Ses Yumuşama’sı gibi Değişik Nedenler’le Ses Değişmeler’i incelenir.
Bizde ise, Bilginin Birliği (İlm’in Bütünlüğü) İlkesi’nde olduğu gibi, Kewnî Âyetler’de ve Teşriî Âyetler’de, her ikisinde de, Anlamsızlık diye bir Şey görülmemiş. Kewnî Âyetler’de nasıl ki her Oluş, Olay bir Anlam içinde Sebebsiz değilse, Teşriî Münzel Âyetler’de de her Lafız’da Anlamlılık Durum’u aranmış. Bu bakımdan Huruf-u Muqatta’a için de Anlamlılık Durum’u Sözkonu’su edilmiş. Anlam Kelime’de görülebildiği gibi, Hece’de hatta Harf’te dâhi aranabilir. Harfler’le Anlamlar’ı üzerinde Nahwiyyûn (Dil Âlimler’i) yazıp çizmişler.
Anlamlandırma, 2 Yol üzerinden yapılır: Ya Ses-Sawt Yönü’nden ya da, Morfolojik (Şeklİ-Remzî) yönden. Mısır Hiyeroglifisi’nde A Harf’i, Ters Öküz Baş’ı şeklinde remz’edildiği için, buradan o, hem Öküz’e hem de Elif’e (A) Sembol olmuştur. Sami Milletler’den olan Fenike (Bugünkü Alfabe’nin Kurucular’ı) üzerinden Latince’ye, Öküz Başı Şekli’ndeki A Harf’i ve diğer Harfler geçmiştir. Yine Kaput-Kapital de Baş-Başlık Anlamı’na gelir. Buradan Kaput Bedel’i veya Başlık Para’sı gibi Deyimler’de de Baş Kelime’si yine öndedir.
Nûn Harf’i ise Balık-Omega Anlamı’nda kullanılmış. Zü’n-Nûn Terkib’i Qur’ân’da “Balık Sahib’i- Yunûs Peygamber” için geçiyor. Huruf-u Muqatta’nın ilki “Nûn” ile, Qalem Sûresi’nde karşılaşıyoruz daha ilk inen Âyetler’de. Son Huruf-u Muqatta Harfler’i ise “Elif” iledir. Böylece Herşey “Elif ile Nûn arasındadır”. Varlığın Nûn Çizgi’si, Allâh’tan gelip O’na dönen Nûn yayının Qalem’le çizilmiş, ‘Denizler Mürekkeb, Ağaçlar Qalem olsa Rabbimizin bitmez’ Kelimeleri’nin Kün Emri’ndeki Tezahürleri’dir.
Bu tür Harfler üzerinden Anlamlar Devşirme Örnekleri’ne Günümüz’de daha çok rastlıyoruz. Öncekine (Dünyâ Elif’le Nûn’un arasındadır-Öküz’le Balığın) Hurafe diyenlerin gelinen nokta’da kısaltılmış Harfler’le oluşturdukları yapıların ise yadırganmaması İlginç’tir. Uluslararası Tescilli A Be Ce güya Afrika Halqları’na Alfabe öğretiyor. Eşyâ’nın İsimleri’ni öğretiyor. Sesler üzerinden onlara Beyân’ın Neliğini Öğretme İddiası güdüyor. Tabiatı’yla bu Bilgiler’i kullanıp geliştirmek Elimiz’de. Ama bizim için Önemli olan, bu İddialar’ın Nahwiyyûn’dan nelerde ayrıştığı ve nerelerde Âdem Qıssası’nda karşı Taraf’ta bir yer’den bir Konum’u İşgal ettiği Hususları’ndaki Eleştirilerimiz’i Saklı tutmamız gerektiğidir.
MORFOLOJİ – (İLM-İ SARF)
Dilbilim’in Müslümanca İnşâ’sı ya da Medrese’ye Birleştirme Çabası’nda Sonuç ne olacaktır? Kelimeler Harf te olsalar bizde bir Anlam taşıyor. Ayrıca bu Kullanım’ın bir de Sayısal yönü’ne Sâhib’iz. Anlam Yüklü Şiirsel Parçalar, Ses ve Morfoloji’yi aşan şekilde, Dijital-Sayısal bir Mânâ içinde de görülmüş. Fonetik ve Morfoloji’nin içinde olmayan bir yeni Okuma ile artı İmkanlar’a Sâhib olduğumuz bilinmelidir.
Nahviyyûn’un bu Özellikler’i, Dilbilimi’nde yok. Bu tür Anlam Yüklemeleri’nin ve Kullanımları’nın var’olduğu Ortamlar’da, bunları yok farz’edemeyiz. Çok Sayı’da Örnek, Şerhler’le İzah edilmiş, Edebiyât’ın bir Parça’sı olmuş. Bu Kullanım’ı geriye doğru götürünce, bunun Qur’ân’da da kullanıldığı söylenmiş olur. Qur’ân’da Ebced deyince bir de bunun Bâtınî, Hurûfî Örnekleri’yle karşılaşınca, Modern Durum’da bunları Haqiqât’e Zıt görme Eğilim’i artıyor. Halbuki Sahte Örnekleri’nin yerine Aslı’nı bulmalıyız. Fıqh’ın, Hadis’in Sahte’si yok mu? Oralarda yapılması gerekenin bir benzeri, Nahviyyûn’un Dakik Araştırmalar’ı ile burada da yapılmalıdır.
Raqamsal olarak Harfler’in Kullanım’ı Târihî bir Gerçek. Arablar, Hindler, Yunan, Romen vb. bir çok Halq’ta bunun Örnekler’i vardır. Antikite Dönemleri’nde Batı-Romen Raqamlar’ı dahil pek çok Halqlar’da Raqamlar’ın, Harfler’le Birlikteliği, o Dönem’in Dini Metinleri’ni, Literatürünü, Edebiyatını belirlediğini görmekteyiz. Yahudiler Medine’de Nüzulüne şahit oldukları ve karşılaştıkları Baqara Suresinin İlk Ayetlerini ve Muqatta Harflerini görünce, Efendimizin ve Dawasının ömrünü 71 yıl olarak ilan etmişler ve bununla gülüp eğlenmişlerdi. Önceki 28 Hurufu Muqatta Harfli Sure başlangıçlarından haberdar değillerdi. Onların bu sevinçlerini kursaklarında bırakan ise, Rasülullah’ın bunu duyunca gülmesi ve daha dewamı var diyerek onlara muqabele etmesiydi.
Bu örneği Ebced’in kabul edildiğine ya da reddedildiğine dair delil olarak kullanan yorumlar vardır. Her iki okumada mümkün, ama ağırlıklı olarak kullanıldığı yönünde görüş beyan edilmiştir. Dolayısıyla İlmi Cifr adı altında dördüncü bir bölüm olarak Ebced kullanımını da bize özgü bir uygulama olarak örneklediğimiz haqiqati reddedilemez. Bize özgü yönleri öne çıkararak, Dilbilimin Dallarını geliştirmemiz gerektiği sonucunu çıkararak bu bölümü bitiriyoruz.
DİLBİLİM DALLAR’I
NAHWÎ MEBHASLAR
SEMANTİK (İLM-İ MEÂNÎ)
Klasik Medrese Disiplinleri’nde Belâgât Konuları’nın İlk’i, İlm-i Meânî’dir. Klasik İlm-i Meânî, bazı konularda Semantiğe benzer ama Bütünü’yle değil. Semantiğe Türkçe’de Anlambilim denmiş. İlm-i Meânî’nin Karşılığı da aynen bu. ‘Anlam’ın Anlam’ı nedir?’ diye sorduğumuzda, pek çok Karşılık verilir. Anlam’a Zihin’deki Çağrışımlar olarak bakılsa da, Niyet, Değer, Bilgi gibi pek çok Farqlı Kavram’ı karşılayan bir Terim olarak yaklaşıldığı görülecektir.
Sözlük Anlam’ı, Niyet Anlam’ı, Felsefî-Psikolojik Anlam, Metin Anlam’ı, Gerekliliğin Sorgulanma’sı Anlam’ı, İleti’nin Belirsizliği Anlam’ı, Bilgi Değeri olarak Anlam gibi pek çok Farqlı Kullanım Örnekler’i vardır. Dilbilimsel Anlam ise, daha çok Sözlük/Metin Anlamı’yla İlintili’dir.
1800ler’de Semantik Yunanca Köklü olarak kullanılır. Anlam İncelemeleri’nde Çağdaş Yaklaşımlar’ın Temel’i Michel Bréal (1813-1915) tarafından atıldı. “Essai de Semantique”(1897) Adlı Eseri’yle Yunanca Sêma- (Gösterge) Sözcüğü’nden gelen Semantik Terimi’ni ilk defa o kullanmış ve yeni bir Bilim olarak tanıttığı Çalışmaları’na bu Ad’ı vermiştir. Gösterge, Semiyoloji gibi, İşâretleyen, Gösteren, İqâme edilen Anlamlar’ı İhtiwa ederek, Dilbilim’de, Kelimeler’in işâretlediği Anlam’ı ya da İşâret’ten Anlam’a doğru Göstergebilim’in Gidiş Yönü’nü İfâde eder. Gösterilen’i değil, Gösteren’i açmaya çalışan Semantik, Dilsel Göstergeler’in Anlamı’nı araştırır. Dil’in dışındaki Göstergeler ise, Semiyoloji-Göstergebilim’in diğer Uğraşlar’ı içerisinde Qabul edilir.
Linguistik Önce’si Filoloji’ye neden Semantik bir Müdâhale ile, Anlam’ın Târih’i yeniden, Sıfır’dan başlatılmak istenmiş, Mânidar’dır. Halbuki Dilbilim de dâhil her Bilim’in Târihçe’si daha önce’ye gider.
Batı’da Anlam Konusu’nu içeren ilk Örnekler’e, Platon’un Kratilos Diyalogu’nda rastlıyoruz. Burada Herakleitos’un Öğrenci’si olan ve onun Görüşü’nü tutan Kratilos ile, Demokritos’un Görüşü’nü savunan Hermogenes tartışmaktadır. Kratilos, Dil’deki Varlıklar’a Karşılık gelen Adlandırmalar’ın Phisis- Yaradılış/Gerçek/Öz/Doğuştan gelme olduğunu savunur. Hermogenes ise bu İsimler’in birer Nomos-Uylaşım/Uzlaşım/Gelenek/ Evriliş Ürün’ü olduğu İddiası’ndadır.
Herakleitos’un, Arifler (7 Hakim) Dönemi’nin Görüşü’nü sürdürdüğü söylenir. Sokrates Zamanı’ndaki Sofistler’in ise Görüşler’i Farqlı Milletler, Diller, Kültürler ile Muqâyeseler’e dayanarak daha Pratik, Somut Gözlemler’e dayanır. Bu bakımdan öteden beri Materyalizm’e inananlar, İsimler’in, Sesler’in, Uylaşım/Uzlaşım ile Meydana geldiği Tezi’ni ileri sürerler. Bunun dışında 3. bir Görüş de var: Temel bir Dil’de ve Temel bir Âile’de, henüz Lisan Düzeyi’nde Dil’e gelmeden önce, Kelimeler’in Sesler’i ve Anlamlar’ı Doğuştan’dır. Ama Diller’e gelince, orada İnsanlar’ın pek çok Adlandırma’sı ile Uylaşım Örnekler’i görülecektir.
Diller’i geriye doğru Başlangıç-Sıfır Noktası’na götüren bir Tercih, tabiî ki belli bir Bakış Açısı’nı, Taaqqul’ü, Muhakeme’yi yansıtıyor. Ama Labaratuar’da bunu en fazla Diller’in ayrıştığı bir Dönem’de kalacak şekilde Deney’e tabi tutarsanız, Eşyâ’nın Adları’nın öğretildiği İlk Âile’ye ulaşamayınca Sonuç, Diller’in Târihsel, Uzlaşımsal Yönleri’nde Qarar kılacaktır. İbda ve İnşa Şekli’nde Yaratma, Dil için de geçerli. İbda Aşaması’nda Eşyâ’nın İsm’i öğretilmiştir.
4.olarak Qur’ân’ın İlâhî bir Kitab olması ile ilgili Kategori’yi getirebiliriz. Anlam-Mânâ açısından olduğu gibi, Kelime-Lafız Açısı’ndan da İlâhî. Hem Gösterge, hem Gösterilen hem de Mânâ, 3 Boyut’ta da İlâhî’dir. Bundan dolayı Gayr-i Mahluq denilmiş. Bu Yaratılmamışlık Durum’u, sâdece Zamansal Sürec’in değil, o Kelime’nin yerine başka birinin gelemeyeceği Anlamı’nda da Mutlaqlığın ve Gayr-i Mahluq oluşun altını çizer. Qur’ân’da Cenâb-ı Haqq’ın Anlam için seçtiği Kelime, Târihsel-İtibari-devredilebilir vb.Yorumlar’a indirgenemez. Diyelim Baal Kelime’si, İlyâs a. Zamanı’nda Bekaa Wâdisi’nde tapılan bir Put’un Adı’dır, ama bu Fiil Formu’yla kullanıldığında, Efendi, Koca Anlamları’na gelir.
İcâzı’yla Alaqalı Bahisler’de, bir Nazım Nazariye’si daha vardır ki bu da aynı şekilde gayr-i Mahluq oluşla böyle isimlendirilir. Geçen Ders’te gördüğümüz Raqamsal Bahisler, Hurufîlik Mewzular’ı bu 4.Bölüm’de Sözü’nü ettiğimiz İsimler’in İşâret ettikleri Nesneler’le Öz’de Bağlantılılık (Uylaşımsal değil) Konusu’na Dâhil edilebilir. Mesela Hadîd/Demir Sûre’si.. 25.Âyet’te Sûre’ye Adı’nı veren Kelime geçiyor. Bu Maden’e Demir Adı’nı Arablar verdi. İnşaî bir Dil Süreci’nde, Uylaşımsal olarak bu Ad verilmiş olsa bile, yine bunu 4.Kategori’de görmekte Mahzur yok. Modern Kimya Mineral Yapılar’ı, Elementer Yapılar’ı, Madde’nin Sayısal Değerleri’ne göre ayrıştırabilmekte. Burada Hadid Sûresi’nde Özel bir Kesişme var görünüyor. Atom Ağırlığı, Atom Numarası vb. birçok Kesişmeler İlginç’tir. Besmele’yle beraber 26.Âyet’te Hadîd Kelime’si geçer ki bu Demir’in Atom Numarasıdır. Yine Hadîd Kelimesi’nin Ebced Değer’i 26’dır. el-Hadid deyince bu 57 Sayısal Değeri’ni gösterir ve Mushaf Dizilişi’nde Hadîd Sûre’si 57. sırada yer alır.
Arablar Hadîd deyince bunları düşünmedi ama, Dil’in kurulması İnşaî de olsa Allâh bunu böyle Lafzen seçip Kelâmu’llâh içinde İnzal edince, o artık sadece Mânâ olarak değil, Lafzen de İşâret ettiği Anlam’ı “Tabi-Phisis/ Özsel-Gerçek” bir şekilde yansıtıyor diye anlamak Zorunda’yız.
Baqara Sûre’si 286 Âyet’ten oluşuyor. 260.Âyeti’nde önceki ve sonraki Konu’dan adeta Bağımsız olarak oraya yerleştirilmiş şekil’de, İbrâhim’in “Kuşlar’ın Diriliş’i” Örneği’nin anlatıldığı bir Enstantane dikkat çeker. Kuşlar’la ilgili burada geçen “Cüz’en” Kelime’si, Ebced değer’i 11 olan ve Cüz-Parça Mânâsı’ndaki Kullanımı’yla Baqara Sûresi’nin 11 Cüz’den oluşan 26’lık Parçaları’na Tekâbül etmektedir. 260.Âyet ise, 26’lık Cüz’ün 10.Qısmı’nda tam bir Kırılma’yı ve Konu Değişikliği’ndeki Dikkat çekmeyi yansıtır. Böylece Baqara Sûre’si, 26’şar Âyet’ten oluşan 11 Parça-Cüz Taqsimi’ni içermektedir. 26nın seçilmesi ile Hadîd Arası’ndaki İlgi’yi de buna katabilirsiniz.
Cüz Kelime’si, öyle bir Yer’e yerleşmiş ki, Dil içindeki İnşâî Yapısı’nın ötesinde, İlâhî Müdahale ile Sarsılmaz yerine oturmuş oluyor. Ayrıca Cüz Kelimesi, “Cüz’ün lâ yetecezzâ” şekli’nde Atom Karşılığı’nda da kullanılmıştır. Böylece el-Hadîd’in 26’lık Atom Numara’sı ve Sûre’deki yeri de Dikkat Çekici’dir.
Müslüman Âlem’de Anlam’la Yolculuk:
Meânî, Beyân, Bediî Konular’ı, Belâgât İlmi’nin 3 Dalı’dır. Burada Qur’ân-ı Kerîm’le birebir bir Örtüşme görülüyor. Bu Kavramlar Qur’ân’dan Neş’et etmiştir. Bunlar O’nu Anlama Çabası’nda doğuyor.
800’ler, Beytü’l-Hikme’den sonra, Grek Mülâhazalar’ı da girdi Arab Dil Çalışmaları’na. Böylece ikinci bir Literatür, Nahwiyyûn Çalışmaları’nda bir ölçü’de yer buldu. Ancak Dilbilim Çalışmaları’nın Grek Etkisi’yle ortaya çıkan yeni bir Literatür’e dayandığını söylemek tamamen Yanlış’tır. Yukarda da söylediğimiz gibi, Nahwiyyûn’un Qur’ân Kaynaklı Araştırmalar’ı ve Anlama Çabalar’ı, Müslüman Âlemi’ndeki asıl İlgi’yi Temsil eder.
Grek’te ikili Ayırım ile Dilciler Eşya ve İsim arasındaki İlişki’yi, ya Phisis/ Tabi-Özsel-Doğuştan gelen Gerçek bir Tekâbüliyet, ya da sonradan Adlandırma Nomos/ Uylaşım-Gelenek ile Toplumlar’ın anlaşarak yaptığı bir İnşâ üzerine kurmuşlardı. Müslüman Dünyâ’da ise Tartışma’nın buna benzer bir şekilde konumlandığını varsaymak Yanlış’tır. Çünkü Müslümanlar 3’lü bir Ayırım yaparak, İlk Dil (Phisis), İnşa edilen Dil (Nomos) Ayırımı’ndan başka, kendi Doğal Gelişimi’nde Qur’ân’a bakan bir Yön daha görmüşlerdir. Bu yüzden Qufe ve Basra Dil Okulları’nın Tartışmaları’nı, Grek Dilbilimi’yle alaqalandırmak Mümkün değil.
Arab Edebiyatı’nda Meânî:
Belâgât’ın 3 Disiplin’e ayrılan bölümleri, Meânî, Beyân ve Bediî (Muhassinât)dir. Söz’ün yerinde olma Durum’u (Muqteza-i Hâl) ve Şartları’nı Meânî inceler. Meânî, Nahiw İlmi ve Nazım Teorisi’yle Alaqalı. Haber-İstihbar, Emir-Nehiy, Dua-Taleb, Arz-Tahriz, Temenni-Taaccüb Şekli’ndeki 10 Kategori Meânî’nin Haber İnşa Bölümü’nde zikredilir.
Yukardaki Nitelikler’i taşıyan Söz’ü, Açıklık-Kapalılık bakımından Tasnif eden Disiplin ise Beyân İlmi’ni Teşkil eder. İ’caz Türleri ve Itnâb Konu’su, Haber, Taleb, Hazif, İltifat (Sarf), Taqdim-Te’hir, Kat-Atıf Konular’ı Meânî içinde incelenir. Aristoteles’in (ö.MÖ.322) Retorikası’nın da Konuları’ndan olan, Muqteza’yı Hal’e Uygun Sözler’in Meziyetler’i, Fasıl-Wasıl, İ’caz-İtnab-Müsawât gibi Meânî Konular’ı yer bulmuş.
Hüsn-i Nazm ve Hüsn-i Telif gibi, Meânî ve Beyân Şartları’nı taşıyan Söz’ü bir de güzelleştiren Sanatlar’dan bahs’eden İlm’e Bediî İlm’i denmiştir. Meânî İlm’i el-Qazwinî ile birlikte 8 Temel Konu’da odaklanmış:
Müsnedün ileyh’in Haller’i, İsnad’ın Haller’i, Müsnedin Haller’i, Müsned’le ilgili Ögeler’in Hâller’i, İnşa-Kasr-Fasl, Wasıl-İ’caz, Itnab-Müsâwât’tır.
1200 Sene Öncesi’nden gelerek, Qur’ân’ın hiçbir Kelimesi’ni atlamadığımız, her birine İnce bir Bakış ve Çaba ile yaklaştığımız bu Ürünler maalesef bugün, bunca Istılah’ı görmezden gelerek yaşadığımız Fetret Dewirleri’nde terkedilmiş durum’da. Yepyeni bir Terminoloji’yi ve Bakış Açısı’nı alarak yeni Durum’a Ayak uydurmaya çabalarken, büyük bir Cehâlet’e, Kopukluğa Sebebiyet verdiğimizin Farqı’nda değiliz. Bu Fetret Dönemi’nde bu Kopukluğu görmeye ve Paralel Dersler’e çağırıyoruz. Yeni Durum’u Tefrik edecek, önceki Bağlantı’yı kuracak Paralel Dersler.
Batı’nın Anlam Yolculuğu:
Klasik Dönem’deki Tartışmalar’ı söylemiştik. Batı ve Doğu Ayırımı’nı burada Müslümanlık Sonra’sı için kullanıyoruz. Bunlar Beytü’l-Hikme’de Tasnif edilirken “Ulûmu’l-Ewâil-Öncekiler’in İlimler’i” diye geçmiş. Yani onlar Eski’den söylenmiş, yıkılıp çökmüş, gitmiş iken, Gâlib, Güçlü, Etkin, Yetkin Konum’da Üst’ten bir Bakış’la bu İlimler’e bakılıyordu. Eşzamanlı olarak Müslümanlar’ın Karşısı’nda kayda Değer bir “Öteki” Konumu’nda değillerdi. Ewwelkiler’in en Büyüğü’nü Sokrat’ı Eflatun’u bile alsanız, onlar ennihâyet Şehir görmüş kimselerdi, Müslümanlar’ın ise Ufukları’nı İmparatorluk Ölçüsü’nde bir Zenginlik besliyordu. Yukarıda olan’ın Aşağıda olan’a el uzatması gibi, onlara Üst bir Bakış’la bakıyorlardı. Bu bakımdan Beytü’l-Hikme’nin aldığı şeyler, Müslümanlar’ın Anlam Dünyâsı’nda Tahrib edici bir Fonksiyon görmekten Uzak’tır. Dolayısıyla Batı’daki Anlam’ın Yolculuğu’ndan bahs’ederken, Geçmiş’in bu Batı’sı ile 1800ler’den sonraki Batı’yı karıştırmamalıyız.
Gösterge, Semiyoloji, Semantik vb. Anlambilim’in 1900ler’den sonraki Kuruluş’u ise bambaşka. Etimolojisi’ne gittiğimizde Sema- Gösterge, bizim Semâwî, Esma-İsim Kavramımız’a benziyor. Semâ, bir Şey’in üstünde olan, onu kapsayan, kaplayan’dır. Arz için Semâ, Arz’ı kaplayan olmasındadır. İsim ise, sen’de olan Mânâ’yı kapsayan, onu karşılayan, onun yerine İqâme olan bir Anlam’a Sâhip.
Tabi ki Grekçe Sema ve bunun 1800ler Kullanımı’nda buradan bir Öykünme yok. Biz de, Esmâ-İsimler ile ilgili, Eşyâ’nın İsimleri’nden başlamıştık Dersler’e. Hayât’ın-Arz’daki Şeyler’in Anlam’ı üzerine Bağlantılar kurmuştuk. Halbuki Modern Dilbilim Semantiği, bu Anlam Sorusu’nu dışarı’da bırakmaktadır. Ama biz bu Anlam’ı da İlm-i Meânî içinde görüyoruz. Öz-Haqiqât, Eşyâ’nın Haqiqât’i, İsimler, Gösterenler, Âyet, İşâret ile beraber ‘Hayât’ın Anlam’ı nedir?’ Sorusu’yla birlikte bir Okuyuş.
Modern Dilbilim, Matematik-Mekanik bir Form’u aramış, Viyana Çevresi’nde. Carnap vb. Viyana Okul’u, Mantıqçı Pozitivizm daha da Büyük bir Faqirleşme getirmiştir. Bu tür Çalışmalar’la geliştirilen Anlam ve Dilbilim Ürünleri’nin Köle’si oluyorsunuz. Bunların geliştirdiği Dil ile, Anlamlı olan veya Anlamlı olmayan hakkında yeni bir Dil ortaya çıkıyor. Bunlar Ecinniler olarak, İcraat-ı Faaliyet’teler. ‘Beyân’ı Allâh öğretti, Qur’ân’ı daha yaratılmadan önce Rahmân öğretti’ diye öğrenmek bir yerde, 3-5 Yeni Zibidi’nin İcad’ı bir Dil diğer yer’de.
Kavramlar üretiyorsanız, onları küreselleştiriyorsanız, Köleleriniz vardır. Bazısı Tanrılık İddia’sı güderken bir kısmı da Özü’ne Yabancılaşma ile bu Kavramlar’ın, Üretilen Esmâ’nın Köleler’i oluyor. F.de Sausure, Fransız İstihbarat Ajanı olarak çalışıyor, mesela. Onları Biyografiler’i ile okumalıyız. Arkalarındaki Gerekçeler’i, Ecinniler aralanacaktır.
Türk Edebiyâtı’nda Meânî:
1800’ler’in 2.Yarısı’ndan sonra Türk Belâgât İlm’i olarak Türkçe Kitablar yazılıncaya kadar, Arabça’dan Mülhem Klasik Muhtewâlı Eserler, Arabça Örnekler üzerinden Türkçe’ye uygulanırdı. Tanzimat’tan sonra 2 Farklı muhtevada gelişmiş.
1.Grup Eski Belâgât Anlayışı’nı Takib ederken,
2.Grup Eski Anlayışı biraz göz ardı ederek, Batı Retoriği’ne Dayalı olarak Konular’ı işler.
Ahmed Cewdet Paşa 1.Grub’un, Recâizâde Ekrem ise 2.Grub’un en Önemli İsm’i. 1900’lerin 2.Yarısı’ndan itibaren Semantik Kullanım’ı Qabul görmüş ve İlm-i Meânî’nin Kapsamı’ndan uzaklaşılmıştır.
Söz’ün Esrârı’ndan, Sırr’ından, Tesiri’nden, Şiiriyeti’nden Bahisler, Müddessir Sûresi’nde, Qur’ân’ı dinleyen Müşrikler’in Dili’nden O’nun bir “Sihir” olduğu Şekli’ndeki Qıymet biçme Taqdir ve İcadı’nda görülebilir. Mûsâ Qıssası’nda ise, Zümer Sûresi’nde, Mucizeler gösterildiğinde “Sihir” denmesi gibi, Qur’ân için de Müşrikler aynı ölçüp biçmeyi yapmışlar. Haddizâtında Qur’ân gerçekten Te’sir etti ve Welid b. Mugire ve diğerleri bunun Karşısı’nda Acziyetleri’ni İtiraf ettiler. Mûsâ’nın Karşısı’ndaki Sihirbazlar gibi, Câhiliyye Müşrikler’i de Söz Sihirbazlar’ı idiler. Onlar kendi yaptıklarına Mümasilen böyle demişlerdi, ancak, Aqıl Sâhib’i olanları, ondaki Tesir edici Güc’ün, Müşrik Sihri’nden Farqlı olarak, Gerçek’e Tekâbül ettiğini görmüşlerdi.
Bugünkü Dilbilim de aynı Müşrik Nazariye’ye tabi’dir. Poetika ile Politika Demokrasi’nin Sihri’ni ve Sahteliği’ni süslemekle Meşgul, Sihirbazlar’ı birleştiriyor. Kitleler’i Manipüle edip, Sözel Sihirler’le, Dil’in, Anlam’ın Ustalar’ı olduklarını söylüyorlar. Halbuki bu Dil’i ve Kavramlar’ı üreten Tanrılar, hepsi de kendilerinin düzüp uydurdukları bir Takım İsimler’den İbâret’tir. Medyalar’la, oluşturulan Medyumluk Ürünler’i, Diziler’den, Filmler’den, Gazeteler’den, Kitablar’dan, Eğitimler’den… Büyük Mütewâtir Yalanlar’dan besleniyorlar. Buradaki Şiir’i, Sihr’i, Poetika’yı görerek, Kral Çıplak diyecek Ümmiler’e İhtiyaç var.
Dil’i öğreten öğretmen Allâh olmalı. Bu bir Waqıa olarak da öyledir ama, bunun Bilinci’nde olarak, İlk Öğrenilen Dile’ Hidâyet Taleb etmekle, Fıtrat’a dönerek, Qur’ân ile Beyân arasını birleştirmeli. ‘Putlar’a tapanlar İlkel, Arkaik İnsanlar’dı, bugün bunlardan Eser yok’ diyemeyiz. Allâh’ın Dûn’unda Tanrılar İcad etmek, Qıyâmet’e kadar Şeytân ve Yaranı’nın Temel Hedefi’dir ve bu İnatçı İnkarcılığın Geçmiş’ten daha az olduğunu söylemek, Körlük’tür. O halde Batı Semantiği’nin Yeni Tanrılık İcadları’nı ve İddiaları’nı bu bakış’la değerlendirmeliyiz.
A-DİL
3-BELAGÂT
a) İLM-İ MAÂNÎ
b) BEYÂN
c) BEDİÎ
a) İLM-İ MAÂNÎ
İlm-i Maanî, Bâtın’daki Mânâ’yı Tefrik için, Lafz’ın “yerinde olma Şartları’nı” incelemek üzere kullanıldı. Söz’ün Ses olarak karşılığı Lafız’dır. Lafz’ın içinde Mündemiç olan Anlam ise Mânâ’dır. Semantik, Sema Kelimeler’i üzerinden İlm-i Meâni haqqında bazı Çağrışımlar’ı ve Sema-Arz-İsim ile alaqalı Değerlendirmeler’i, geçen Ders yapmıştık.
b) BEYÂN
Beyân Bahsi’ne gelince, ‘bir Anlam’ı değişik Yollar’la İfâde etmenin Usul ve Qaideleri’ni inceleyen Belagât’ın bir Dal’ı” olarak onu Tarif edebiliriz. Böylece Cümle içerisinde artı-Anlam’ların Söz ve İfâde’ye gelmesi, Beyân’ın Konusu’dur.
Beyân, Söz’ün kullanılış Özelliğine göre, bazı Bölümler’e ayrılır:
1-Yakın Sözlük Anlam’ı ile, yani, Gerçek Anlam’ı ile kullanılan bir Söz-Beyân, Haqiqat’tir. Yalın Anlam’ı dışında Aqraba Kelimeler’den bahsettiğimizde, Semantik yapmış oluruz. Kelime’nin Arkeoloji’si, Târih içinde kazandığı Anlam’lar, Sözlük Anlam’ı vb. ile Haqiqî Anlam araştırılır.
2-Söz’ün bir Yapı içindeki Anlam’ı, Konteks/Bağlam üzerinden çıkarılan Anlam. Söz, içinde bulunduğu Cümle Yapı’sı içinde değerlendirilir. Söz, Haqiqî/Sözlük Anlam’ı dışında Mecaz, Teşbih, İstiare gibi başka Anlam’lar kazanabilir. Aqraba Kelimeler’den değil de Metn’in kullanıldığı Yapı içinden değerlendirilmesi, Yapılar’ın en Küçük Üniteler’e bölünerek, Yapıbozumu’na gidilmesi Hususlar’ı üzerinde durulabilir.
3-Aynı Cümle de olsa, ‘Kim yazdı/söyledi’ denilerek, Yazan’ın Kimliği’ni, Yazar’ın Yazma Gayesi’ni, Kasıt ve Niyeti’ni bilmeyi de Gerekli gören Yaklaşım’dan bahs’edebiliriz.
Beyan Kelime’si Fiil olarak Qur’ân’da pek çok kez geçer. Bu Form’da ise 3 kez geçmiş. (55/er-Rahmân 4, 75/el-Qıyâme 19, Âl-i İmrân 138). el-Qıyâme Sûresi’nde “O’nun Beyân’ı da bize düşer” denildiğinde, bu Kullanım’ı Dilbilimi’ne ne derece uyarlayabilmişiz, başarılı olabilmiş miyiz, bunları konuşalım.
Qur’ân’da geçen bir diğer Form’u “Müşterek” Kelimesi’dir. Apaçık oluşu, Âyan Beyân ortada oluşu İfâde için kullanılır. Demek ki Beyân’da Aydınlatma, Görünür Kılma Durum’u var. İçinde taşıdığı Ses’in, Batnı’ndaki Mânâ’nın ortaya çıkartılması ve Lafız ile Mânâ’nın Ortaklığı’nın kurulması vardır.
Yine Qur’ân’da Allâh bu Beyân’ın Kendi Kitâb’ı ile, Aqıl Wicdan ve Sezgi ile, yani her halükarda Allâh’ın İkram’ı ile İnsan’a verileceği Husus’u bildirilmiştir. Samimiyet’le, Cehd ile bu Beyân ortaya çıkacaktır.
Rüşd ve Gayy belli olmuştur, yani, Tebeyyün etmiştir. Doğru Yol nedir, Yanlış Yol nedir, bunun apaçık belli olduğu bir İdrak Boyut’u açık kılınmış, Wuzuh’a kavuşmuştur. Medine’de artık Taqıyye Durum’u olamaz. Nifâq Qabul edilmez. Nifâq ve Taqıyye’deki Ortak Boyut, Gizlilik Hâli, Niyet’in Kötülüğü’nü ortaya koyuyor. Medine’de Rüşd ve Gayy karıştırılamaz.
Wahy’in İnzâl’i ile yapılmak istenen bu zâten. Beyyinât Kelime’si de “Rasûlümüz Beyyinât ile geldiğinde” Şekli’ndeki Kullanım’da görüldüğü gibi, Wahiy ile gelen Açıklığı ifâde ediyor. Bunlar Apaçık (Âyâtu’l-) Beyyinâttır. Aşikâre kılavuzlayan Belgelerdir. Dil’in Nutq-u Beşer olarak Farqlı Beyânlar ile Wuzuh’a Yol açan Zenginliği burada ortaya çıkıyor. Yani, bazen Beyân, bazen Âyet denilerek bize bir Mâqûlat Alan’ı açılıyor. Eğer Dil’de bu Soyutlama İmkan’ı olmasa idi, her bir Kelime’ye Matematik gibi tek bir Ses, Lafız, Karşılık bulunsa idi, o zaman bu Muhâkeme ve Muqâyese’ye İmkan da olmazdı.
Böylece birden fazla Ses’i buradan türeyerek kullanılmış görüyoruz. Âyet, Beyyinât, Hidâyet veya Şifâ dendiğinde, bu Katmanlar içinde Mânâlar çözülüyor.
İlm-i Meânî ise Müşterek bir Zemin’de doğuyor fakat, Özel Bahisler’le Beyân Konusu’ndan ayrılmış. Belagât, Bedi’, Beyân hepsi de Ortak bir Zemin’e Sâhip. Zaman zaman karıştırılır ama İnce Ayrımlar’ı var.
Beyân İlm’i Kişi’ye Farqlı Söz ve Usuller’le Meramı’nı İfâde edebilme Meleke’si kazandırdığına göre, İfâdeler’deki Güç ve Açıklık Derece’si, bunların dayandığı Teşbih, Mecâz gibi Usul ve Yollar, bu İlm’in Konusu’na girer. “O Cesur’dur”; “ O Cesaret’te Aslan gibidir”; “O Aslan gibidir”; “O Arslan’dır”. Bu Sonuncu örnek, En Kapalı fakat En Quwwetli Beyân olmuş oluyor.
Haqiqî Anlamı’yla Lafızlar ya Haqiqat’i Lugâwî, ya Şerî, ya Umumî Örfî, ya da Hususi Örfî olmak üzere 4 Çeşit’te kullanılır. Hayvan için Aslan (Lugâwî), Namaz için Salat (Şer’î); Binek Hayvan’ı için Dabbe (Umum Örf’de); İlmî Terimler (Hususan Örf) olarak örneklendirilebilir.
Haqiqî Anlam’ı dışında Teşbih, Mecâz, İstiâre Kullanımlar’ı vardır. Hem Haqiqî hem de Mecâz Anlamı’nda kullanılmış ise Kinâye’den bahsedilir. Lafızlar, Yukardaki 4 Çeşid’i ile Haqiqî Anlam içinde ya da, bunların dışında olarak Gerçek Anlam’ı aşan bir Soyutlama içinde kullanıldığında Beyân İlmi’nin Sahası’na girmiş oluyoruz.
İnsan’ın Ehliyet’i ve Teklif’e Hâiz olabilmesi Husus’u, onun 5 Duyu’yu aşan Maqulât’ı ve Wahy’in İnzâl edilmiş Anlam Düzeyi’ni tanıyabilme Yeti’si dolayısıyladır. Böyle olduğu için Peygamberler vardır. Eşyâ’nın İsimleri’ni öğrenebilecek Düzey’de bir Beyân Yeti’si vardır diyebiliyoruz. Katmanlar şeklinde Beyân Öğretilmiş diyoruz.
Zarf ile Mazruf; Zâhir ile Bâtın; Haqiqât ile Mecâz Teklif’in ortaya çıktığı Zemin’de yer buluyor. Soyutlama Yeteneği ile Katmanlı Dil Tebârüz ediyor. Bu bakımdan İlm-i Meânî’nin yanında Beyân İlmi’nin de doğmuş olması yerli yerinde gözüküyor. Bunun Qur’ân’a Uygun, Başarılı bir Buluş olduğu açıktır.
Lafızlar’ın Haqiqat Düzeyleri’ni belirten Gerçek Mânâlar dışında bir de Mecâz, Teşbih ve Kinâye türü Kullanımlar’ı olduğunu söylemiştik. Bunlardan Mecâzlar, Mecâz-ı Mürsel ve İstiâre olmak üzere ikiye ayrılır. Mecâz-ı Mürsel’de Gerçek Anlam ile Mecâzî Anlam arasında Cüz’îlik, Küllîlik, Sebebiyet, Masdariyyet… gibi Tam bir İlgi bulunmakla beraber, Benzerlik yoktur. Mesela “İki kaşık ye” dediğimizde, Kaşık yenmez ve Kaşığın yenmesinin benzetildiği bir Durum yok. İstiâre’de ise İki Anlam arasında Benzerlik de vardır. Teşbih’ten Farqlı olarak ise, yalnızca ya benzetilen ya da benzeyen Beyân edilir. Mesela “Bir Hilâl uğruna yâ Rab ne Güneşler batıyor” Mısraı’nda, Güneşler diye benzetilen kimseler Beyân edilmiyor, Eksik bırakılıyor.
Teşbih’in içinde 4 Unsur bulunur: Müşebbeh, Müşebbehün bih, Teşbih Edât’ı ve Wech-i Şebeh. Bunların hepsinin bir arada olması gerekmez.
Kinâye ise, Gerçek Mânâsı’nı düşünmeye Engel bir Qarine bulunmamak Şartı’yla Söz’ü bir başka Mânâ’da kullanma Sanatı’dır.
Beyân İlmi’nde bu İfâde Tarzları’nın hangisinin daha Beliğ olduğu üzerinde durulur. Genellikle Mecâz’ın Haqiqat’ten; İstiâre’nin Teşbih’ten, Kinâye’nin de Açık olarak söylemekten daha Beliğ olduğu Qabul edilir.
İcâz Konusu’nda Qur’ân’ın Nazmı’nda ve Beyânı’nda Zirwe Qabul edilmesi, Qur’ân’dan Bağımsız bir Dilbilimi’nin düşünülememesi gösteriyor ki, bu İlimler’de Başarılı İlgi ve Alaqalar kurulabilmiştir. Beyân ile ortaya çıkacak Belagât, “Hikmetü’l- Bâliğa” olarak İki Söz’ün birleşmesini ve Bilgi’nin Birliği’ni doğrulamaktadır.
Qur’ân’daki Beyânlar, Dil’in Kullanımı’ndaki Nüanslar belirginleştirildikçe daha da İncelikli Ayırımlar’la anlaşılmıştır. Dilbilim Disiplin’i, Hicrî 100ler’den sonra Önemli Mesafeler kat’etmiş ve son derece İncelikli bir Belağât’a ulaşmış.
Değişik İfâde Tarzları’nın daha İlk Dönemler’de İnsan’a öğretilmiş bir İnceliği taşıdığı, Eşyâ’nın İsimler’i haqqında İlk Bilgiler’in dışında, Öğretilmiş bir Beyân’ı da Beni Âdem’in İlk Nesilleri’nden itibaren tanıdığı Bilgisi’ne Sâhib’iz. Oysa Modern Bilim’in Şube’si olan Dilbilim Yorumu’nda, Evren içinde Farqlı Aşamalar’da İlerlemeci bir Târih sunulur. Önce Fonetik gelişmiş, sonra Sesler’in Taqlid vesaire ile Basit Anlamlar kazanması sağlanmıştır. Bu İlkel Dewirler’den sonra, Sesler’in gösterdiği Eşyâ ile Ayniyeti’ne inanılmış ve Mitolojiler, Efsâneler üretilmiş. Bu Hurafeler’den yola çıkılarak, Fiziği aşan bir İdeal Dünyâ Tasawwur edilmiş ve hatta, Fizik Âlem’in, buradaki Ses’lerin Yansımalar’ı olarak varolduğu zannedilen bir Metafiziğe ulaşılmış. Bu Metafizik Dewir’den sonra ise, Metafiziğin de Hurâfe olduğu anlaşılmış ve, Semâ’dan geldiği düşünülen İsimler’in aslında sâdece birer Araç olduğu, Fizik Gerçekliğin dışında bir Haqiqat bulunmadığı Fikri’ne ulaşılmış ki burası Târih’in Sonu’dur. Artık İnsanlık Pozitivist Aydınlanma Dewri’nde, Eşyâ’nın Gerçek Hâkimi’dir.
Halbuki Hz.Âdem’de görebileceğimiz Beyân’ın Farqı’nda oluş Bilgisi’ni, Qabil’de dahi görmekteyiz. Hatta Modern İnsan’ın Beyân Konusu’nda gittikçe kötürümleşen, Dilsizleşen Dünyâsı’nda, çok daha Zengin Beyân Çeşitliliği’ni, önceki Dewirler’de görmemiz Mümkün’dür. Mesela, kendi Dilbilim Tarihimiz’de 126 Çeşit Beyân Türüne, Zenginliğine, Açıklama Kabiliyeti’ne Sâhib olmuşuz. 126 Çeşit Beyân İnceliğini Farq etmek, bunu kullanmak, Tesbit etmek gibi bir Başarı’yı, Qur’ân Öğrenci’si olarak kazanmışız.
c-BEDİÎ
Hicri 100ler’den (mS.700’lerde) itibaren, Yeni Edebî Usul Anlamı’nda (Bid’at), Şiir’de Yeni Yazı Tarzı olarak Gündemimiz’e girmiştir. Benzersiz olmak, harikulade Güzellik Anlamı’nda Bedi’i kullanılmış. Bedii’nin Erken Dönem Konuları’nın İncelikli bir şekilde Gelişmesi’nin Sonu’nda 120 kadar Kavram’la bu Çeşitlilik’te Beyân Zenginliği’ne ve Sanatlı Söz’e ulaşılmıştır.
Bedi’yi bir Sanat olarak ilk inceleyen ibnu’l-Mu’tez’dir (ö.908). ibnu’l-Mu’tez 5 Unsur için Bedii Terimi’ni kullanmış:
İstiare, Cinas, Mutâbaqa (Zıt Anlamlı 2 Kelime’yi kullanmak), Reddü’l-Acûz, ale’s-Sadr (Söz-Beyit Sonu’nda, baş’ta kullanılan Kelime’yi yinelemek), el-Mezhebu’l-Kelâmî, (Söz’e Delil Getirmek).
Mu’tez’e göre bunlar, Qur’ân’da var olan Bedii Sanatlar’dır ve Muhdes (sonradan geliştirilmiş) değildir. Bedii Sanatlar’ın bunlardan ibâret olduğunu söylemekle beraber, ileriye Dönük açılacak Yönler’i ile 12 ayrı Terim’i daha bu Unsur’a İlâwe eder.
900’lerde Ebu’l-Hasen el-Cürcânî, Kudâme bin Ca’fer gibi Müellifler, Bedii Terimi’ne Katkılar’da bulundular. Ebu Hilâl el-Askerî 6 tür daha İlâwe ederek, Sanatlar’ı 37’e çıkarır. Bu Dönem’de el-Baqıllânî, Bedii Sanatı’nın Umumi Kullanımı’nı sürdürür. Ona göre Bedii, Qur’ân’ın İcâz’ını İsbat etmeye yetmez, ancak O’nu anlamaya Yardım eder. İcâz, Qur’ân’daki Bedi Sanatlar’da değil, O’nun Nazmı’nda ve Fesâhat’ında aranmalıdır.
1200’lere gelindiğinde, Edebi Sanatlar’ın gelişmesi Büyük Mesafe katetmiş ve Müstakil Eserler yazılarak, Bedii’nin İlim olarak ortaya çıkması sağlanmış. F.Razî, A. Cürcânî, Ebû Ya’qûb es-Seqqâqî gibi Büyük Müellifler’in Eşsiz Eserler’i bu Yüzyıllar’a Damgası’nı vurur. el-Cürcânî’den aldığı Belagât’a dair Felsefî Umdeler’i usulleştiren es-Seqqâqî, Edebî Sanatlar’ı Mantıqî bir Sistem Dâhili’nde gruplandırmıştır.
es-Seqqâqî, Bedii Sanatı’na Müstakil bir İlim Hüwiyet’i kazandırmada Etkili olanlardan. Ayrıca bu İlm’e, Miftâhu’l-Ulûm demiş. Bedii İsmi’ni kullanmadan, Lafız Mânâ’ya ait 29 kadar Edebî Terim zikreder ve Belağât İlm’i içinde Konular’ı birbirine geçmeden Beyân, Meânî Dalları’nı aktardıktan sonra, Bedii ile Alaqalı Konular’a “Tahsînu’-l-Kelâm” Gayesi’yle kullanılan Sanatlar’dan Bahis’le yer verir. Tahsînu’l-Kelâm Terim’i bize Fıqıh’taki Tahsinât’ı hatırlatıyor. Zarurât ve Matlubât’tan sonra Tahsinât Babı’nda Fıqıh, Medeniyet’in Güzellik, Estetik, Nezâket ve Nezâfet Örnekleri’ni sıralar. Mesela Nikah’da İcab ve Qabul Zorunlu’dur. Bu bakımdan İcab ile qabul Zarurât Bahsi’nde yer alır. Ama Nikah’ın Estetik Boyutu’nda, Yemeği, Ziyâfet’i, Dâ’wet’i, Tören’i vb. ile Tahsinât Konular’ı kendine yer bulur.
Fıqıh’takine benzer şekilde, Edebî bir İncelik olarak da Tahsînât Terim’i yerli yerince kullanılmış. Yine 1200’lerde yaşamış, bu Yüzyıl’ın en Meşhur Simaları’ndan, ibnu Ebu’l-Isbâ el-Mısrî kendi Zamanı’na kadarki 40’a yakın Eser’i (ibnu’l-Mu’tez’den itibaren) inceledikten sonra, kendi ilâwe ettiği 31 Tür ile Edebî Sanatlar’ı 126’ya çıkarır. Ayrıca, el-Baqıllânî ve el-Cürcânî’nin Görüşleri’nin aksine, Qur’ân’daki Îcâz’ın Bedii Sanatlar’la da ortaya konulabileceğini İddia edip, Âyetler’den misaller verir.
Bedii’ye dâir ibnu’l-Mu’tez’den el-Seqqâqî’ye kadar bir çok Müstakil Eser Qalem’e alınmışken, Hatib el-Qazwînî’den (ö.1338) sonra, bu Sanat Dalı tek başına bir Eser’e konu edilmemiş ve Belağât’a dair “Üçüncü Fen” olarak Şerh ve Haşiyeler’e Konu edilmiştir. Mesela el-Qazwinî’nin Yüzlerce Şerh, Haşiye ve İhtisar’ı yapılmış.
Bir Eser ne kadar çok şerh’edilmişse O kadar çok incelenmiş, üzerinde Doktora Derecesi’nde Çalışmalar yapılmış demektir. Ders Kitab’ı olarak Medreseler’de okutulan Eserler’in bu bakımdan Şanslı oldukları söylenebilir. Hocalar’ın, Öğrenciler’in Ders Notlar’ı, Açıklamalar’ı ile Tedrisat’ta kullanılan Eserler’in Şerhler’i, daha İncelikli Araştırmalar’a İmkan vermiş. Eserleri’nin okutulduğu Coğrafyalar’da ilgili Ekoller, Damarlar Gelişme İmkân’ı bulmuş, diğer Görüş ve Ekoller Ana Damarlar içinde erimiş.
Buralarda Tedris edilen Kitablar’ı doğuran da Qur’ân’dır. Alîmu’l-Hakîm olanın Kitabı’nı okurken, bir bakıma Onun Tefsir’i Mâhiyeti’nde, Şerhler, Haşiyeler’le zenginleşen bu Muhteşem Kitablı Medeniyet’in, Katmanlar hâlinde iç içe geçmiş Okumalar’ı, aslında her biri birer Qur’ân Okumaları’dır. Böylece Âlimu’l-Hakîm olanın Kitabı’na ulaşıyoruz ki, bu şekilde gelişen Belağât Dalları’nın Qur’ân’dan yola çıkılarak Dilbilimi’ne Uyarlanması’nda Başarılı Sonuçlar’a ulaşılmıştır diyebiliriz.
B-
NUTQ
I-NUTQ-U BEŞER
B Serisi, Nutq Kelimesi’nden türeyen Mantıq ve alaqalı Konular üzerinde duruyor. İlkin Nutq-u Beşer üzerine konuşuyoruz. Bunu Lisânî Sanatlar ve Mantıqu’t-Tayr izleyecek..
Nutq, Mantıq Kelimeler’i Dilbilim’in neresine düşer, “Mantıq” şeklinde türetilen Kelime, Niçin “Nutq” Kökeni’ni Temel almış vb. Sorular’la Konu’yu açmalıyız.
Sözlük Anlamı’nda kullanılışı’na bakınız. Qur’ân’da Erken Dönem Nuzul Periyodu’nda daha Tertil II-Necm Sûresi’nde bu Kelime’yi görüyoruz. ‘O Hewası’ndan konuşmaz’ (53-Necm, 3) Âyeti’nde “Konuşma” Kelime’si, “Nutq”dan türeyen Fiil ile kullanılmış. Tekellüm etmek anlamında Nutq’u Nebî’deki Konuşma ancak Wahiy ile Konuşma şeklinde olur. Nitekim Necm 4 bunu söyler: (İn Hüve illâ Wahyun yûhâ).
Hesab’ın Dehşeti’nden O Gün İnsan’ın konuşamayacağı, Nutqu’nun tutulacağı, yine Fiil Hâli’nde gelen Nutq Kelime’si ile bildirirlir. Neml 85; Mürselât 35 Âyetler’i, O Gün hem Dünyâ’da hem de Âhiret’te Nutq’un tutulacağı bir Durum’u anlatır. Yine Tertil VI, Neml Sûre’si 16.Âyet’te “Mantıqu’t-Tayr“ İfâde’si geçiyor.
Terim olarak Mantıq Kelimesi’nin Kullanılış’ı, Beytu’l-Hikme Çeviriler’i ile ortaya çıkmış. Aristo’nun Mantıq ile ilgili 6 Kitabı’na 3-4 Yüzyıl Sonrası Aristocu Okullar “Organon” (Araç) Adı’nı vererek derlemişlerdi. Daha sonra Retorik ve Poetika da buna İlâwe edilerek Aristo’ya ait 8 Kitab toplanmıştır. MS. 200ler’de Yeni-Platoncu Porfiryus, Organon’a kendi eseri İsagoji (Medhal-Giriş) Kitabı’nı da eklemiş ve böylece Mantıq İlmi’nin 9 Kitab’ı Teşekkül etmişti. Beytu’l-Hikme Çevirileri işte bu 9 Kitab’tan oluşan Seri’ye Üst Başlık olarak “Mantıq” Terimi’ni Uygun görmüştür.
Bu Terim’in Tercihi’nde Başarılı olunmuş mudur diye sormalıyız. Qur’ân’la Alaqası’nı kurmaya çalıştığımızda hem İlişkili bir Mânâ’yı hem de O’nunla örtüşmeyen bir Mânâ’yı görebiliriz. Nitekim Mantıq İlmi’nin Medrese’de Qabul görmesi epey Sancılı olmuştur. Nihayet Qabul de görmüştür.
Mantıq Terimi’nin Yunanca Logos Karşılığı’nda Tercih edildiği malum. Bunun yerine pekâla “Kelâm” da seçilebilirdi, başkası da. Logos’un muhtemel Karşılıkları’ndan biri olan Mantıq Terim’i, burada Çeviri’ye Uygun görülmüş. Yunan’da en çok işlenen Kelimeler’den biri, adeta Greko Romen Zihin Dünyâsı’nın Anlam Haritası’nı özetleyecek Logos Kavram’ı, hâla Yaygın bir Kullanım’a Sâhip. Bilim Dalları’nın Sonu’nda “Logos” Eki’nin İlâwe edilmiş olması, ilgili Konu’nun Modern Bilim’deki yerini göstermiş oluyor. Sosyoloji dediğimizde, Sosyal-Bilim’den sözetmiş oluyoruz. Bu bakımdan Modern Dilbilimi’nin, bütün Bilimler’in Kökeni’nde yer alması, bu şekilde “Logos”un ondaki Tesiri’yle İzâh edilebilir.
Aristo’dan başlayarak 9 Kitab’ta toplanmış Logos Materyal’i, İlimle’ri İnceleme’de Temel Taş olarak Qabul edilmiş, bu anlam’da bizâtihi İlm’in Kendisi üzerine bir İnceleme olmamakla beraber, onunla ilgili bir Kullanım, Alet, Enstrüman olarak değerlendirilmiş ve buna “Organon” (Organ-Uzuv-Alet) Tâbir’i uygun görülmüş. İlm’i elde etmede kullandığımız Organlar, Âletler olarak Mantıq İlmi Temâyüz ediyor.
Kendisi İlimler’e Giriş olan bu Organon Literatür’ü, Porfiryus’la beraber Yeni Bir Giriş daha kazanıyor; İsagoji (Giriş). Organon Kitabı’na bir Giriş Yazma Geleneği, el-Fârâbi, ibnu Sina gibi Müslüman Filozof ve Mantıqçılar’da da sürdü.
Mantığın 3 Anlamı’ndan 1.si Maqulatı İdrak edebilecek Qudret’e Delâlet etmesidir. Diğer ikisi ise, İç Konuşma (Nutq-u Bâtinî, Kelam-ı Nefsî) ve Dış Konuşma (Nutq-u Zâhirî)dir. Bu Fen ile, Nefs-i Nâtıqa diye adlandırılan İnsanî Nefs’in 2 Mânâ’sı da quwwetlenir ve ortaya çıkar. Mantığı normal Tekellüm’den ayıran da onun böyle bir Fenn’e Delâlet etmesidir ve onda böylesine bir İç Muhakeme Yeteneği’nin, Maqulât-ı İdrak Qabiliyeti’nin bulunmasıdır.
Aristo Grek Dili’nde bu İç Konuşma denebilecek Düşünme Biçimi’ni, Grekçe’nin Bagajı’ndaki tüm Yedekleri’yle beraber kuruyor. Grek Dili’yle Alaqasız bir İç Konuşma olarak, onu taşıdığı Ağırlıkları’ndan, Yedekleri’nden arınmış bir şekilde değerlendiren Beytu’l-Hikme Çevre’si, Mantığı Genel Geçer bir Haqiqât olduğu algısından Hareket’le alıp geliştirmeyi Uygun görmüş. Böylece Medrese’nin içselleştirdiği Mantığı Müslümanlar kurmamış. Önce Beytu’l-Hikme Çevirileri ile Arabça’da işlenmiş, Müslüman İdraki’yle geliştirilmiş Mederese’de yer bulmuş.
Mantıq Disiplin’i, o halde Farqlı bir Kategori’de değerlendirilmeli. O Bizzat Qur’ân İlimleri’nden Neş’et etmiyor. Başka bir yerde doğup büyümüş olduğu Çatı’nın alınıp, Feth edilmesi ile, Müslüman İdraki’nin onu kendi Renkleri’ne katarak doğru yöne sevk edecek Açılımlar’ı/Fütuhât’ı onda gerçekleştirmesi ile Mantıq Disiplin’i Medrese’de bir yer buluyor.
Bunu MDT’de Şehirler Konusu’nu işlerken yaptığımız bir ayırıma benzetebiliriz. Orada Sıfır’dan Kurulmuş Şehirler olduğunu söylemiştik. Qufe öyledir, Bağdad öyledir. Ama bir de Târih’i, Kuruluş’u çok Eski’ye giden Şehirler vardı, Şam gibi. Müslümanlar’ın bu Şehr’i feth’etmesiyle, o artık Pavlus’un, Roma’nın, Peygamberleri’ne İhânet eden Halqlar’ın Şehr’i olmaktan çıkıyor ve Sadrı’nı İslam’a açmak Sureti’yle yeni bir Feth’e kavuşuyor. Bununla beraber onda hala Qisrâ’nın Gölgesi’ni Muaviye üzerinden görebilmekteyiz. İşte Mantığın durumunu buna benzetebiliriz.
Şehir-İlim Benzerliği’ni burada da kurabiliriz. Mantıq türü İlimler’i, Şehirler’in Fethi’ne benzettiğimizde, Şehirler’in Kapıları’ndan girmeyi de, O İlimler’in Fethi’ne yorabiliriz. Eğer artık bu tür İlimler’e Kapıları’ndan girilir olmuş ise, artık o Feth edilmiş, Fütuhat’la açılmış demektir.
En Erken Dönem’de Mantıq’la ilgili Çeviriler’i Huneyn bin İshak, Ebu Bişr bin Matta gibi Süryânî, Nesturî, Keldânî Mütercimler yapmışlardı. Bu Erken Dönem’de Kavramsal Teklifler’i yapanlar ve yerleştirenler bunlardır. 700ler’de onlarca Çeviri, Logos Karşılığı’nda Değişik Teklifler de yapmışlar. Sonunda “Mantıq” Karşlığı oturdu.
KATEGORİLER
Organon’un İlk Kitab’ı Kategoriler’dir. Aristo 10 Kategori saymıştı. Varlığı Tanımlama’da kullandığımız Kalıplar, Tasawwurlar’da oluşmuş Kavramlar olduğu için, bunların Gerçek Dünyâ’da Karşılığı olmayan, Zihin’de Soyutlama ile elde edilen Ma’qulât Konular’ı olduğu söylenmiş. Bu Kategoriler, herkesin Zihni’nde olan Tasawwurlar’dır denmiş.
İlk Kategori Cewher’dir. Bunun Karşısı’nda ise Âraz yer alır.
İlk Kategori Cewher’in dışında kalan 9 Kategori Âraz’dır. Bunlar Nicelik (Kemmiyet), Nitelik (Keyfiyet), Bağıntı (İzâfet), Yer, Zaman, Durum (Waz’), Mülkiyet, Etki (Fiil) ve Edilgi (İnfial) kategorileridir. Bu 9 Kategori içinde 5 Soru Cümlesi’ni ilgilendiren Durumlar da vardır
Kelâm-ı Nefsî olarak Lisan’a, Tekellüm’e dönüşmeden önce Zihin’de varolan Kalıplar bunlar denmiş oluyor. Müslüman Mantıqçıları’na, sonra da Medrese Büyükleri’ne bunlar Câzib gelmiş. Eşyâ’nın İsimleri’nin Öğretilmesi, Emânet’e Sâhib olma budur demişler. Bunun Söz’e, Kelâm’a dönüşmesi ile Bilgi’nin açığa çıktığı Qabul edilmiş. Medrese’de Qabulü’nde en önemli İnisiyatif, el-Gazâlî’nin. Usûl-i Fıqıh Kitâb-ı Mustesfa’nın Girişi’nde “Mantıq bilmeyenin İlmi’ne güvenilmez” diyerek, onu İlimler’in İlm’i Qabul eder. Fıqh’a da Mantıq Bilgisi’nin Zaruri olduğu fikrini yerleştirir.
Daha önce Tehâfut, Maqâsıdu’l-Felâsife gibi Eserler’le Meşşâiliği eleştirmiş el-Gazâlî, Felâsife’yi bilen biri olarak, onun Qabul ettiği Değerli görülmüş. Yunan’da başlayıp gelişen Mantıq İlmi’nin, Dinî bir Savunma Konu’su olarak değil, bir Âlet İlm’i olarak görülmesi gerektiği’nin altını çizmiş. Hal böyle olunca, kimin eli’nde kullanılırsa ona Hizmet eden bir Âlet olarak görülmesi sağlanmış. Müslümanlar bunu kullanmalı Sonucu’nu çıkarmış.
Yunan Felsefe’si ile İlk Karşılaşma’da, Semâwî bir Din’e Mensub olarak Tecrübe edildiğinde, Milat Yılları’nda İskenderiye’de yaşamış Yahudi Filozof Philon’un Tepki’si Örnek gösterilebilir. Bu Mantıq Literatür’ü ile ilk ilgilenen, nihayet Yahudi Düşüncesi’ni Eflâtunî Yorumlar’la ele alan böylesi Etkileşim, daha sonraları Hıristiyan, Müslüman Filozoflar tarafından da Tâkib edilmiş. Yunan’la karşılaşmada Philon Örneği’nin Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından da sergilenmiş olması, Konu’nun Değerli bir Yönü’nün olduğunu ve bir Haqiqat Payı taşıdığını İmâ ediyor.
Philon, bu Karşılaşma Sonu’nda Tewrat’ın Mantıqî olduğunu Qabul etmişti. Mantıq Kuralları’nı Esas alıp Tewrat’ı Te’wil ederek o bu Uyuşma’yı başarmış olduğunu İddia ediyor.
Patristik Felsefe, aynı şeyi Yeni Ahid’e uyarlıyor. Burada da Teslis haqqında Yeni-Eflatuncu Yorumlar yer bulmuş. İş’in Garb tarafında, Yahudi ve Hıristiyan Cewab’ı bu şekilde Farqlı Yorumlar’la şekillenmiş. Eğer bu bir Âlet ise niye Aristo Deistlik’ten öte gidememiş, neden Philon Tewrat’ın Mantıqiliği Sonucu’na ulaşmış ve Niçin Hıristiyan Babalar Teslis’in Mantığı’nı bununla tam bir Uyum içinde görebilmiş? O zaman bu Âlet Haqiqat’i bulmaya mı yarıyor yoksa Haqiqat bizde demenin Âlet’i mi oluyor?
Bu bakımdan Nahwiyyûn’un Lisânî Sanatlar Adı altında kendi Çalışmaları’nı Yeterli görmesi ve Mantıq’a ihtiyaç yok demesi Haqlı görünüyor. Aslında Mantığı Âlet (Organ) olarak görenler Aristocular’dır. Stoalılar’a göre ise Mantıq, Felsefe’nin içinde bir Bölüm’dür. Platoncular ise her ikisi demişti. Aralarında bir Mutabaqat yok.
el-İBÂRE
Peri Hermenias Kitab’ı, el-İbâre diye Tercüme edilmiş. Burada Önermeler Konular’ı Tasdiqat Başlığı altında toplanıyor. Mantıq’ta bulduğumuz Büyük Önermeler’i, Cüz’iyyât’ın Küçük Önermeleri’ne taşıdığımızda ortada Doğru bir Qıyas yapılmış oluyor. Aralarındaki Ortak İllet ile Büyük Önerme’nin Tasdiq ettiği Şey, Küçük Önerme’de de Doğrulanmış oluyor.
Fıqıhçılarımız, Kelâmcılarımız bu Qıyas Yöntemleri’nde Kendi ilgilendikleri Konular’a Benzer Yönler görmüşler. Kullanılan Kavramlar, Qıyas, İllet, Hüküm vb. Ortak Yönleri Açığa çıkarıyordu. Fıqhî Qıyas’ın kendi Rayında yürüyen Orijinal bir Gidiş’i vardı. İkisi de Qıyas diyerek aralarını mezcetmeye çalışan Felâsife yerine, Faqihler ve Kelamcılar biz bunları zaten Qıyas başlığı altında işliyoruz, Mantıq İlmi’ne ne Hâcet diye, Nahwiyyûn’a benzer Karşılıklar’ı verdiler.
el-Gazâli’nin İnisiyatif’i işin içine girdiğinde, -tamam bire bir Eşleşme yok ama burada Tasdiqât konusu Nasslar’da olmayan Hususlar’da Anlaşmazlığı giderecek Temel Düşünceler’i barındırıyor, bu bakımdan Yararlı’dır- diye bir Yorum’da bulunulmuş. Bununla beraber Fıqhî Qıyas’a karşı duran Zâhirîler de var. Bunların Mantıqî Qıyas’a haydi haydi karşı duracakları beklenebilir. Ama Zâhirî ibnu Hazm, mesela Farqlı düşünür. Ona göre Qıyas, Şer’î Alan’da Merdud’tur. Şer’i Hükm’ün bir Qanun’a Esir olması düşünülemez. Bunu Dini’ne bulaştırmadan, sair Alanlar’daki Burhanî Qıyas Metod’u ise Mümkün’dür, demiştir.
I.,II.ANALİTİKLER (QIYÂS VE BURHÂN) VE TOPİKA
Organon’un 3. ve 4.Kitablar’ı Analitikler’dir.
I.Analitik (Qıyâs);
II.Analitik (Burhân).
Diğer 2 Kitab ise Cedel (Topica) ve Sofistik Deliller olarak sıralanmış.
İlm-i Cedel, Tartışma’nın, Mücâdele’nin bir Yöntem’i. Delil getirme, Tenâkuza düşürme olarak Diyalektik bir Yöntem’i benimser. Nutq-u Bâtınî/ Kelâm-ı Nefsî’de asıl Mânâ’nın ne olduğu, Cedel Tartışması’nda Dış Söz’e ve Kelâm’a geldiğinde Karmaşa çıkıyor. Aristo bunlarla Alakalı 300 Yılık bir Geçmiş’i örneklendirebilirdi (özellikle de Sokrat Öncesi Sofist Dönem). Bu Yöntem’in bizdeki uygulamaları ise Karşılıklı Konuşmalar Şekli’nde Deliller’in serdedilmesine İmkan veren bir Usul olarak zaten vardı. Mesela Ebû Hanife’ye ait, “el-Âlim we’l-Müteallim” adlı Derleme’de, Öğrenci’nin Sualler’i ve Hocası’nın Cewablar’ı Diyalektik bir şekilde aktarılır. Ebû Hanife burada bu İlm’in bir çok Qawâidi’ni sunar.
İlm-i Cedel, bizim de üzerinde bulunduğumuz bir Yöntem’dir o halde. Lafz’a dayalı İhtilaflar’ın giderilmesi ve Kelâm-ı Nefsî’de kalan Öz’e ulaşılması, İç Konuşma’da kalan Asıl üzerinde yürünmesi bu Metod’la Mümkün olabilir.
SOFİSTİKA
Sofistika ise Mugâlata ve Safsata ile alaqalı Deliller’i veya Sahte-Deliller’i araştırır. Önerme’nin olduğundan Farqlı gösterilmesi Sureti’nde bir Yanılsama Durum’u vardır. Şeytân’ın Ağaç haqqındaki Yanıltıcı yönlendirmesi, onu Tezyin edip Aldatıcı bir Dil kullanması buna Örnek’tir. Sofistika, Sofistler’in Yöntemi’dir. Söz Usta’sı Hatibler “Haqiqât bende” diyerek Atina’da Öğrenci topluyorlardı. Dünyewî Maqam ve Menfaat için, Duygular’a Hitab eden Aldatıcı Konuşmalar yapabilme Yeteneği kazanma, Sofist Eğitim’in Temel Amac’ı idi. Sokrat bunlarla Mücâdele etti. “Haqiqat bizim dışımızda, bize bağlı olmadan, Gerçek’te Var” diyerek, tek başına Sofistler’le savaşmıştı. Filo (Sevgi) + Sofya (Hikmet-Haqiqât Bilgi’si) diyerek, Haqiqat’e Talib olmanın önemini vurgulamıştı. Sofist, Gerçek bir Haqiqat’in olmayacağına, biz neyi Haqiqat olarak savunur isek Onun Haqiqat olduğuna hükmediyordu. Biz neyi süsleyip püsleyerek Haqiqat Nâmı’na sunmuş isek, onun bizim Haqiqatimiz olduğuna, dolayısıyla onun bizim Ihdemiz’de olduğuna Qanaat getirmişti. Aslında bu Görüş “Haqiqat yok” demekle Eşdeğer’dir. Sokrat ise Haqiqat’in Mutlak ve Tek oluşu üzerine bir Logos yürüttüğünü görüyoruz.
Yukardaki 3 Görüş, İnsanlık Târihi boyunca hep olagelmiştir. Bu 3 Sınıf İnsan’dan başka 4. bir Sınıf yok. Sofistler’in yöntemi hakkındaki Sofistika Kitab’ı, onların Wehimleri’ni, Wehmiyyât’ı Konu ediniyor.
HİTÂBET VE ŞİİR
Aristo’nun bu 6 Kitabı’na ilaveten, Retorika ve Poetika adlı Kitablar’ı da İlâwe edilerek 8 Kitab’a ulaşılıyor. Mantıqî Delil’deki Quwwet Derece’si bu 8 Kitab’ta geriye doğru azalarak düşmektedir. En Son Hitâbet ve Şiir Bahsi gelmekte, en Zayıf da onlar olmaktadır. ibnu Rüşd Kelâmî Yöntem’i “Hatabî Delil” diye nitelediğinde, onun bu Küstahlığı Kelâm’a ve Kitâb’ın Dili’ne gösterdiğini görüyoruz. Ona göre Awam’ın Din Dil’i, Hatabî Dil üzerine kuruludur. Hawass’ın Deliller’i ise Burhan üzerinedir.
el-Gazâlî’nin Halq’ı Kelam’dan uzaklaştırması gibi, ibnu Rüşd de Felsefe’nin Awam’a uymadığını söylüyor. Bu bakımdan el-Farâbî ve ibnu Sinâ’ya Eleştiriler getirir.
8 Kitab Poetika.
Eflatun, Kurduğu İdeal Dewlet Yönetimi’nde Şâirler’i sürer. Felsefe öncesi Mitoloji’yi, Efsaneler’i anlatır Şâirler. Şâirler şaşkın şaşkın Wâdiler’de dolaşıp Mitoloji’yi beslerler, üstelik Gayrî Ahlâqî’dirler. Eflatun’un Şâirler’i kovması gibi, Beytu’l-Hikme de Şiir Kaynakları’nı en Kifayetsiz görüp, Yunan Edebiyâtı’na İltifat etmemiş. Farsça’dan Edebî Tercümeler var ama, Yunan Tragedyası’na Prim verilmemiş.
İkinci Boyutu’yla Şuârâ Sure’si.. Orada Mekke’nin Qur’ân Karşısı’nda duran, yapmadıkları Şeyler’i söyleyen, Ahlâqî Düşüklükler içinde, Hayâlî Şeyler’e yönelmiş ve Şeytân’a uyan Şâirler’i anlatılır. Ancak Şuârâ Sûresi’nin Son Âyet’i bunun dışındaki İstisnalar’ı da İfâde eder. Asr Sûresi’nde İstisna edilen Müstesna İnsanlar olduğu gibi, Şiir ve Şâir’in de Müstesna olanları vardır.
Arabça’da Şiir, Şuur etmek Kökü’nden gelir ve asla Poetika Tarzı bir Anlama Sâhib değil. Şuur, Aqletme, Tefekkür gibi Olumlu Mânâ’da anlaşılmış. Bir diğer yönden ise Qur’ân’ın Şiir olmadığı söylenirken, aynı Konu Gündemimiz’e gelir. Niteliği Açısı’ndan burada da Şiir eleştirilmiyor, sadece Qur’ân’ın bir Beşer Şuur edişi’yle ilişkilendirilemeyeceği söyleniyor. Qur’ân tabi ki Şiir değil, çünkü o bir Beşer Söz’ü değil, Allâh’ın Kelâmı’dır.
İnsan’ın Şuur etme Çaba’sı içinde Gayb Alanı’na, Metafiziğe Nüfuz etme Arayış’ı, Felsefe’de olduğu gibi Şiir’de de aynı YoluTâakib ediyor. Qur’ân Şiir değil ama Şiirsel’dir. Dolayısıyla Şuur’un bu Olumlu Anlam’ı içinde, Yunan’da Taqbih edilen Poetika Mantığı, MDT’nin Şuur ediş Biçimleri’yle bir Benzerlik taşımaz.
İSAGOJİ
Porfiryus’un İlâwe ettiği İsagoji Kitab’ı ise, Porfiryus Ağacı denilen 5 Tümel’i Konu alır. Burada bize has Katkılar da var.
1.si Maqulât Bahsi’nde Katkılar var. Tasawwurât Tasdiqât Ayırımı’nın getirilmesi tamamen Yerli bir Katkı’dır. Son 5 Kitab’ın ayrıştırılması, Lisânî Sanatlar’ın Mantıq Konusu’ndan çıkartılması gibi Katkılar var.
Qıyas Konusu’nda genel olarak Sonuç veren Qıyas Şekilleri ile ilgilenilerek, Qıyas’ın Maddeleri’nin (5 Sanat: Burhân, Cedel, hitâbet, Şiir ve Safsata) İhmal edildiğini görürüz. Bunlar Mantıq Konusu’ndan çıkartılarak Dilbilim’in Konusu’na Dâhil edilmiştir.
MANTIQ’A YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Mantıq’a karşı en Sert Tepkiler’i ortaya koyanların başında ibnu Teymiyye gelir. Bizzat bu Ad’la yazılmış Kitab’ı “ er-Reddü ale’l-Mantıqıyîn ve Naqdu’l-Mantıq” üzerinedir. Bu reddedişte Selefî Kelam Konteksti’nde değil, tamamıyla Özgün bir Usul kullanır. Kullandığı Argümanlar cidden Önemli’dir. Nahwiyyûn ve Kelamiyyûn dışında Esaslı Eleştiriler getirir.
Yunanlılar’ın Kalıb’a döktüğü bir Mantıq Tâbiri’nden sözediyor. Bu Kalıp Yunan Dili içinde Teşkil edilmiştir. Üstelik bir İnsan’ın Eseri’ne, Aristo’nun Otoritesi’ne bu kadar Mânâ yüklemek Maqul değil. Ayrıca 10 Kategori ile Varlığı sınırlamak düşünülemez. Allâh’ın yarattığı Doğal Mantıq ile tabi ki Çelişme doğru değildir, ama Aristo’nun Kalıbı’nı Doğal Mantıq diye görmek bizi küçültür.
Aristo, 2300 Yıl Önceki yegane Mantıq Usulü’nün Sâhibi midir? Yunan’da Çatışma’nın 2.Ayağı, Heraklit Mantığı niçin görülmez? Bu Mantığa ters olan Heraklit’te, aslolan Tabiat’ta değişim’dir. Bir süre sonra A, B’ye değişecek. Bu Değişim’in kendisi Logos’tur der.
Değişim Mantığı ile Alaqalı bu Külliyât neden Gündem’e gelmedi? Ya kendilerine İntikal etmedi ya da Doğru bulmadılar. Maddeci bir Taraf’a Eğilim gösterebileceği için Qabul görmeyeceği farzedildi. Çünkü Değişim Mantığı’nın çoğu İdealist değil, Maddeci bir Boyut’ta yürümüştür.
es-Samed olan ise Değişim’de, Terkib’ten Münezzeh, Basît idi. O Değişmeyen, Kendi kendine varolan, Biricik olan’dır. Mahluqât’a Allâh’ın bu Samed oluş, Ferd ve Vitir oluş durumunu uygulayamayız. Değişme’yi Madde’de görmek, bu Değişim Mantığı’nı ona uygulamak, Maddecilik Anlamı’na gelmezdi. ibnu Arabî’nin geliştirdiği Orijinalite Erken Dönem’e yetişse idi, Aristo Mantığı aşılabilirdi. Heraklit Temelli Değişim Mantığı, Qur’ân’da çok Rahatlık’la görülüp, Te’wil’e yol kalmayacaktı. Mesela Allâh, Ölü’den Diri’yi; Diri’den Ölü’yü çıkartır. Bir Şey’den bir başkasına Dönüşüm, hatta Zıddı’nı çıkarma ile ilgili Âyetler Qur’ân’da kolayca görülecekti.
Meşşâî Filozoflar Âhiret’in İnşası’nda epeyce zorlandı. Değişim Mantığı, Allâh’ın dışında çok Geniş ve Elverişli bir Kullanım’a Sâhip iken, İnsan’ı sıkboğaz eden Basit Aristo Mantığı, Gelişme’ye de Engel olmuştur.
Batı’da Nominalist, Realist Tartışmalar’ı, Küllîler üzerindeki Tartışmalar Ortaçağ boyunca sürdü ve nihayet Descartes ile beklenen Patlama gerçekleşti. Modern Mantıq ona Refere edildi. Erken Rönesans’ta Kilise’nin Skolastik Aristoculuğu’ndan kopuş’ta, Hıristiyan Te’wil’den uzak Gerçek Aristo’yu Tanıma Aşamaları’ndan geçildi. Nihayet 5 Yüzyıl’dır, Aristo Mantığı’ndan Farqlı bir Kulvar’da yürüyor Yeni Dünya.
Modern Matematik gibi, Modern Mantıq (Logistic) peşinde koşuluyor bugün. Mantığın bütün Alanlar’ı Sembolik Mantığa taşınamaz denmiş. Çünkü Dil, Matematik gibi Somut Karşılıklar’la İfâde kazanamıyor. Tek bir Karşılık ile Kategorize edilemiyor. Buna Muqâbil Doğuş’tan gelen Bilgiler, Tabula Rasa Tartışmalar’ı sürüp gitmiş. Tabula Rasa İddia’sı ile Deneyci Lock, Dil’i aşan, Dili önceleyen, Doğuş’tan gelen Bilgiler, Kategoriler yok demiş.
Yapısalcılık, Sassüre, Modern Dilbilim’in İddialar’ı, Nahwiyyûn’un söylediklerine benziyor. Yine Mantıqçı Atomcular’ın söyledikleri de 800 Yıl önceden ibnu Teymiyye’nin Argümanları’nı tekrar ediyor. Bugün Aristo Mantığı bu durumdadır.
Bir başka Aşma Deneme’si, İhwân-ı Safa’nın Matematik-Sayılar (Pisagor) üzerinden ayrı bir Alan açma Teşebbüsü’nde görülmüş. Bugünkü Logistik Arayışı’nı da buna benzetebiliriz.
Heraklit Mantığı’nı Canlandırma Girişimi’ni İlkönce Hegel’de görürüz. O da Geist’e Logos dedi. Değişim içinde İnsanlar ve Topluluklar bir İlerleme içindedir. Tez, Anti-Tez ve Sentez Aşama’sı ile bu Değişim bir yerde durup sona ulaşır. O Subjektif İdealist Mantığı, İlm-i Cedel-Diyalektik (Topika) üzerinden kurar. Ulaşılan bir Sentez bir süre sonra yeni bir Tez olur. Onun Anti-Tezi ile Diyalektiği’nden Yeni Bir Sentez doğar. Bu Sentezlemeler sürekli bir yere çekilip Geist’in Hedefi’ni gerçekleştirmeye doğru evrilir. Bu ise Târih’te Sürekli İlerleme demektir. Sonuçta Anti-Tezi üretilemeyen bir Sonuç Hasıl olur. İsa’nın Târih’e Dönüş’ü şeklinde yorumlayarak, Jena Savaşı’nda Napolyon’un Prusya’yı yenmesini Coşku’yla karşıladı.
Onun Dünyâ Rûh’u dediği Tanrı ya da Objektif Geist, Târih içinde Rûh’un ilerlemesi şeklinde bir Diyalektiğe Sâhip’tir. Doğu Toplumlar’ı Dünyâ Rûhu’nun Çocukluk Dönemleri’ne Tekabül ederken, Yunan Dünyâ’sı bu Rûh’un Delikanlılık Çağı’dır. Roma Rûhu ise Özgürleşme’nin tamamlandığı Olgunluk Çağı’dır. Kutsal Roma Germen Dünyâ’sı ise İnsan’ın Yaşlılık Dönemi’ne benzer, Özgürlük Saf Genelliğe yükselmiştir. Böylece Mutlak İde Dünyâ’da kendini gerçekleştirmiştir. Burada Târih’in Son’u gelerek Mutlak İde Sonsuz’a kadar Varlığını sürdürecektir.
Marks, Hegel’i Heyecan’la karşılar fakat onun Sistemi’ni ters yüz ederek Tarihî Maddeciliğe uygular. Aristo Mantığı’na karşı bu Diyalektik Mantığı Târih’te Realist bir Kavga üzerinde görmek ister. Ona göre, Üst Yapı’da değil, Alt Yapı’da bu Diyalektik Geçerli’dir. Bugünkü Çatışma ise Şehr’in Dışındakiler, Bedewiler, Proleterya ile Burjuva arasındaki Çatışma’dan bir Sentez’e ulaşılacak.
Ütopik Sosyalistler’den Farqlı olarak Marks, Realist Sosyalist’tir. İnsan da bu şekilde Güçlü Türler’in evrimleşmesi iel Çatışma içinde gelmiştir. Engels buna Tabiat’ın içinde Doğan Diyalektiği de İlâwe etmiş.
Değişim Mantığı yine Materyalist Kanat’ta Temsilcileri’ni bulmuştu. Dindarlar ise bunu Uzak gördüler. Fakat Eski Mantığı tekrar etmek de zor görünüyor. İsagoji’yi tekrar Medrese Disiplin’i içine almak çok Anlamlı gözükmüyor. Cenab-ı Haq bu Düşünme Tarzı üzerinde bir Koruma’yı dilemiş diyebiliriz. Philon’dan Babalar’a, oradan Hakim’lerimize kadar korunmuş bu Mantıq ile bir Denenme, İmtihan Murad edilmiş olmalı. Allâh’ın bize verdiği Sorumluluk, Başarılarımız, Zaaflarımız Muwâcehesi’nce Mantıq İlmi’yle olan Muhasebemiz’i yapmalıyız.
Ta’lil (Tümdengelim) Yöntem’i dışında İstiqra (Tümevarım) Yöntemi’nin Arayış’ı içinde olabiliriz. İstiqra, “Qa re e” Kökü’nden gelerek Toplamak anlamı’nı veriyor. Parçalar’dan Toplam’a gitmek ve Bütün’ü görmek bu Yol’la Mümkün olur. O halde İstiqra etmek, Kainat’ı okumaktır, Tefekkür’dür, Âyetler’i bir araya getirmedir.
B-
NUTQ
II-LİSÂNÎ SANATLAR
a-BEŞ SANAT
b-YEDİ SANAT
a-BEŞ SANAT
Porfiryus’un İsagoji’si ile beraber 9 Kitab’tan oluşan Klasik Mantıq Kitabı’nın, Aristo’ya ait Kısm’ı, Çeşitli Mantıq Okullar’ı Tarafı’ndan İlk 6 Kitab’ta toplanmıştı. Ammonius Sakkas (Yeni-Eflatunculuğun Kurucu’su Plotinus’un Hocası’dır) MS.III. Asır’da Aristo’nun 2 Kitabı’nı daha (Retorik ve Potika) buna dâhil ederek 8 Kitab’a çıkarmıştı. Müslüman Mantıqçılar ise bunun 5 Kitabı’nı Müstakil görüp 5 Sanat olarak ayırdı. Geçen Ders Mantıq Konuları’nı görmüştük, Bugün de 5 Sanat’ı (Lisanî Sanatlar’ı) göreceğiz.
Qıyâs’ta kullanılan Önermeler, içerdikleri Bilgiler’in Doğruluk Derecesi’ne göre başlıca 7 Bölüm’de inceleniyordu:
Yaqîniyyat, Meşhûrat, Müsellemât, Maqbûlât, Zanniyât, Muheyyelât ve Wehmiyyât.
İşte 5 Sanat bu Önermeler ile kurulur. Yani, bu Önermeler’deki Kesinlik Derece’si, 5 Sanat’ın da Sıralama’daki Gücü’nü gösterir.
Buna göre, Yaqîniyyât türü Önermeler, Qıyâs’ın en Güçlü Şekl’i olan Burhân’ı (Burhânî Qıyas’ı) teşkil eder. Dolayısıyla 5 Sanat içerisinde Burhânî Delil ile Konuşma, Lisânî Sanatlar’ın en Güçlü’sü oluyor.
Cedel Meşhûrat ve Müsellemât ile; Hitâbet Maqbûlât ve Zanniyât ile; Şiir Muhayyelât ile; Mugâlata (Safsata) ise Wehmiyyât ile kurulur.
Müteahhirîn Mantıqçılar bu 5 Sanat’ın sâdece Tanımı’nı vermekle yetinmişler, derinlemesine işlememişlerdir. Burhân Bölüm’ü ise diğer Mantıq Disiplin’i içinde Esas Qısm’ı Teşkil etmektedir. Bu yüzden buna, Felsefî Qıyâs da denir.
Şimdi Müslüman Mantıqçılar’ın bu Önermeler’i ve onlarla kurulan Qıyâs Çeşitleri’ni (Lisânî Sanatları) İsimlendirme’de Başarılı olup olmadıklarını, Qur’ân’daki Kavramlar ile Bağlantıları’nı tartışalım.
1-Burhân,
Bir Qur’ân Kelime’sidir. Eşanlam’lı olarak Beyyine, Sultân, Hüccet gibi Kullanımlar’ı da var. Hz.Mûsâ’ya verilen İki Büyük Mucize için Burhân denmiş (Yedi Beyzâ ve Âsây-ı Mûsâ Mucizeleri Burhânân- İki Burhân’dır / 28/Qasas 32). Kesin Delil olarak Susturucu, Âciz Bırakıcı yön’ü dolayısıyla Mucize’dir bu Burhân’lar.
Bir diğer Kullanım, Hz.Yûsuf’un Rabbi’nin Burhânı’nı görmesinde geçer (12/Yûsuf 24). Böylece Kötülük ve Fahşâ’dan engellenmiştir. “Ey İnsanlar Rabbinizden size Burhân gelmiştir” Âyet’i (4/Nisâ 174); “ …o halde getirin Burhânınız’ı…” şeklinde Âyetler (2/Baqara 111), (21/Enbiya 24), (27/Neml; 64),( 28/Qasas 75) Qur’ân’da geçer.
Mantıq’ta ise Qıyâs’ın en Quwwetli Biçimi’dir. Çünkü Kesin Bilgi veren Önermeler’e dayanmaktadır. Mutlaq Doğru olan, sâdece Yaqînî Önermeler olup, diğer Qıyâs Şekilleri az çok İhtimalli veya Gerçek Dışı Bilgiler içerir.
2-Cedel (Topika),
Cedel Kelime’si de Müslümanlar’a Yabancı olmayan bir Tarz’da karşılanmış. Mücâdele, Cidâl vb. Çeşitli Kullanımlar’ı Qur’ân’da var. Olumlu ya da Olumsuz şekilde, Kullanımı’na göre değişen Farqlı Örnekler’i Qur’ân’da buluyoruz. Mesela “onlarla en güzel şekilde Mücâdele et” (16/Nahl 125) Âyeti’nde Cedel, Olumlu Mânâ’da kullanılmış. “İnsan’ın en çok yaptığı Şey Cedel’dir” (18/Kehf 54) Âyeti’nde ise Olumsuz.
Allâh Hakkında (fi’llâh) Tartışma ise Bütünü’yle yersiz. Allâh’ın Varlığı, Sıfatlar’ı Qur’ân’da Bedâhaten sayılır. Bunun Muqâbili’nde Cedelleşmeler ise hiçbir Geçerli Delil’e dayanmayan Zırvalar’dır. O bakımdan burada Cedel’in bir Anlam’ı yok. Cedel’i ve Cedel yapılan Yer’i terk’etmekle ilgili söylenen Sözler de Allâh haqqındaki Tartışmalar’a Atıf’ladır. Wicdanı’nın ve Aqlı’nın Qabul ettiği Şey’i, sırf Hewâ, Hewes ve Duygular’la tartışıyor görünme zemmedilmiştir.
Cedel’in Olumlu Yönü’nde ise, Qur’ân’dan kaynaklanarak onun Olumlu Anlamlar’ı üzerinde durulmuştur. Bu bakımdan Kitâbü’l-Cedel, Cedelü’l-Qur’ân gibi Eserler onun Olumlu Yönü’nü Konu edinmektedir.
Aristo’nun Topika dediği Cedel için, Diyalektik Karşılığı da kullanılır. Eski Yunan’dan beri Diyalektik Kelime’si iki Mânâ’da kullanılmış. Olumlu Mânâ’da, Muhakeme Güc’ü, Quwwetli Mantıq olarak kullanıldığı gibi; Olumsuz olarak Hükümler arasında İnce, Ustaca fakat Gereksiz Bağlar kurmak diye de anlaşılmış. Dia ve legein Sözcükleri’nden Meydana gelen Diyalektik, iki Kişi arasında Karşılıklı Konuşma demektir. Konuşanlar’dan biri soran, diğeri cewaplayan Durumu’nda bulunur ve genellikle Muhâtab’ı Çelişki’ye düşürerek Reddetme Yol’u izlenir.
3-Hitâbet (Retorika):
Hatib ve Dinleyici’nin buluştuğu her Konu’da bu olabilir. 9 Kitab içinde Hitâbet Kitâbı’na da yer verilmesi III.Asır’da Ammonius Sakkas’ın İlâwe’si ile olmuştu. Hatib, Cedel ile değil, Söz’e dayalı Belâğât ile, Hisler’e Hitab ederek Hamasi vb. Konuşma ile Maruf’tur. Tartışma Şekli’nde Cereyan eden bir Konuşma değildir. Dinleyiciler Sukut içinde durur ve İqna olur.
4-Poetika (Şiir):
Hitâbet ve Şiir niçin Mantıq’a yerleştirilmiş diye sorulabilir. Aslında bunları III.Asır’dan önceki Mantıqçılar Qâl’e bile almazdı. Mantıqî Önermeler içinde bunlar Sıralama’da Olumsuz Taraf’a yerleştirilmiştir. Yanlış’ı ve Hata’yı görerek Hasım’a karşı Dikkatli olma, Doğru Hükm’ü, Yanlışlar Yolu’yla öğrenme gibi Sebebler’le bunlar Mantıq içinde Mütalaa edilmiş. Hitâbet ve Şiir Duygular’a Hitabet ederek bir Tesir İcra ediyor ve Muarızı’na Etki ediyordu. Bu bakımdan Şiir, Yunan ile ilgili olarak, Hitabet’ten daha da Düşük görülmüştür.
5-Sofistika (Mugalata):
Organon’un 6.Kitab’ı olarak ele alınan Sofistik Deliller, görünüşte Qıyas ve Çürütme gibi kurulurken, aslında Saptırıcı ve Kandırıcı Hükümler olmaktadır. Bunlar Qıyâs-ı Bâtıl’dır ve Görünüş’te Qıyâs’tır. Bu bakımdan Hitâbet ve Şiir Derecesi’nden bile Düşük’tür. Müşağabe (Eristik Qıyâs) Örneği’nde olduğu gibi, Cedel içinde Mugalata Türler’i de vardır.
Sofistik Argümanlar’a şu Örnekler verilir:
a-Kişi’yi Hedef Alan Delil (Arg. ad Hominem): Muhâtab’ın Tezi’ni Değerlendirme yerine onun Şahsiyeti’ne veya Şahsî İlgileri’ne Hücum etmek sureti’yle karşı Taraf’ın İddiası’nı Çürütme şeklinde bir “Konudışılık” Yanlışı’dır. Gerçekte bu Safsata mı, yoksa Qıyâs-ı Bâtıl mı diye sormalıyız. Ayrıca Kişi’nin Kişiliği’nden kaynaklanan Argümanlar olmaz mı? Bunların Geçerli olduğu Yerler’i de düşünmeliyiz.
b-Popüler Olan’a Başvurma (Arg. ad Populum): Popüler olana Başvurma. Propagandacılar, Demagoglar, Reklamcılar buna çok başvurur. Halq Yığınları Tarafı’ndan çok kullanılan, konuşulan, inanılan vb. Hususlar, bunların Geçerliliği’ne Delil olarak sunulduğunda bu Mugalâta Türü’ne düşülmüş olur.
c-İsbat Edilmemiş Olmayı Lehte Kullanma (Arg. ad Ignorantiam): Delil’in veya Bilgi’nin Yokluğu (Cehl) ile kurulmuş Delil demektir.
d-Otorite’ye Başvurma (Arg. ad Verecundiam): Bir Görüş’ün belirli İnsanlar Tarafı’ndan Qabul edilmesinden onun Doğru olduğuna hükmetme Yanlışı’dır. Bunların dışında, Kaba Quwwet’e Başvurma, Konu’yu Saptırma, Teferrut’a Boğma, Merhamet’e Başvurma gibi Mugalata Türler’i vardır.
Yukarda söylediğimiz gibi, bunların Doğru Kullanımlar’ı da olacağı Hesab’a katılmalıdır. Mesela Yûsuf Sûresi 37.Âyet “ doğrusu ben Allâh’a inanmayan, Âhiret’i İnkar eden Qawm’in Dini’ni terk’ettim” derken; 38.Âyet’te “Atalarım İbrâhim, İshâq, ve Ya’qûb’un Dini’ne uydum…” denilmektedir. O halde ne zaman Mugalata, ne zaman Geçerli bir Delil diye bunları sormalıyız.
Yine Mekke’nin Hanif Şâir’i Umeyye b. Ebi’s-Salt için efendimiz “Şiir’i Mü’min, Qalb’i Kâfir” demişti. “Allâh’tan başka Herşey Bâtıl” diyen Cahiliye Şâiri Lebid bin Rebia için efendimiz “Şâirler’in söylediği en Doğru Söz” demiştir. Buna Mümasil Sözler’i Peygamberimiz söyleyince Hadis-i Şerif oluyor. Demek ki Mugalata için söylediğimizi, Şiir içinde söylüyoruz ve aralarında Safsata olanları ile Geçerli olanlarını ayırt ediyoruz.
Safsata’nın bolca kullanıldığı bir Alan olarak Şiir Konusu’nda, Şuârâ Sûresi’nden Yol’a çıkarak onları, tıpkı Yunan’da yapıldığı gibi, Mantıqîlik ve Geçerlilik Noktası’nda kıyasıya eleştirebiliriz. Ancak yine Şuârâ Sûresi’nden kalkarak, son Âyeti’ndeki İstisnâ Edat’ı “İlla” ile bir Parantez açabiliriz. Ancak şunlar Müstesna denilerek, Allâh’a İnananlar, Sâlih Amel İşleyenler, Allâh’ı çokça ananlar, Haqsızlığa uğradığında Haqları’nı alanlar İstisna edilmektedir.
Hâqqa Sûre’si 40–52 arası 13 Âyet’te geçtiği gibi, Qur’ân Qawl-i Rasûl-i Kerîm’dir, Şâir Söz’ü değildir. Bu bakımdan Şâir Söz’ü Taqbih ediliyor görünebilir, fakat Şuârâ 227.Âyet’i Müstesna Şâirler’i Sözkonusu ediyor ki, Şeytânlar’ın İndiği Şiir ve Şâirler’le diğerlerini ayırmamız gerektiği açıktır. Medine Dönemi’nde Müslüman Şâirler Qab. b. Malik, Hasan b. Sabit, Abdullah b. Rewâha, Qab. B. Züheyr için Rasûl’ün Övücü Sözler’i vardı. Bedir Gazwe’si ardından Yahudi Şâir Qab. b. Eşref Mekke’ye giderek Müşrikler’i övüyor ve onları Tahrik ediyordu. Hassan b. Sabit ise bunun üzerine Onu ve onunla Mekke’de aynı Meclis’i paylaşanları hicw’etmişti. ‘Şiir söyle Hassan, Cebrâil seninledir’ buyuran Rasûl, onun Şiirleri’nin Okçular’dan daha Tesirli olduğunu söylemişti. “Şiir vardır ki bazen Hikmet’tir” Hadis’i buna İşâret etmiştir.
Olumlu Anlam’da Şiir’i, Şâiri’in Şuur edişi olarak düşünüyoruz. Nisyan ile Malul olmak değil; Zikrediş, Aqlediş, Gaflet’ten Çıkış’tır Şiir. Şiir’le insanlar Bilinç taşıyabilir. Bilgi olmasa da Gayb haqqında böylesine Aqlediş içindeki Cedel Yöntemi’ne hemen Safsata demek Mümkün mü? Haqiqât’i, Hikmet’i kavratan Rahmânî Sesler’in Ad’ı, Nesir de olsa, Şiir de olsa Olumlu’dur.
Yaqıniyyat:
Mantıqî, Matematiksel, Geometrik bir Kesinlik arzeden ve Mutlaq Doğru olan Önermeler’dir. Bütün Qıyâs Türler’i içinde yalnızca Yaqiniyyât ile Öncüller’i kurulmuş Önermeler, Kesin Bilgi verir. Bu şekil’deki Qıyâs’a Burhân dendiğini söylemiştik. Müslüman Dünyâ’da Burhân’ın Mantıq, Felsefe, Kelâm ve Usûl-i Fıqıh’ta kullanılması, 900ler’de Aristo’nun Analitika II’nin Arabça’ya çevrilmesi ile Yaygınlık kazanmıştır. Burhânî Qıyâs’ın dayandığı Yaqiniyyât, Aksiyomlar’dan (Ewweliyyât), Deney Verileri’nden (Tecrubiyyât) ve Duyu Verileri’nden (Mahsûsât) oluşur. Burhân’ın Öncüller’i, Zarurî, Bedîhî (Aksiyom, Apaçık Bilgi) Önermeler olursa, buna Burhân-ı Wicdânî (Burhân-ı Qablî, Apriorik Bilgi) denir. Bu tür Önermeler’den düşünülüp taşınılarak çıkarılanlar için ise, Burhân-ı Nazarî denmiş.
Meşhûrât:
İçinde Değer Yargı’sı taşıyan, Çoğunluğun Qabul ettiği Önermeler’dir.
Müsellemât:
Bir Tartışma Esnası’nda kulanılan ve karşı tarafça Doğruluğu Qabul edilmiş Önermeler’dir. Muhatab’ı İqna için Kanıt olarak gösterilirler.
Maqbûlât:
Otorite Prensibi’dir. Her hangi bir Konu’da Otorite olarak tanınan Kişi’nin Sözler’i Maqbulât’tandır.
Zanniyât:
Zann’a dayanılarak verilen Hükümler’dir.
Muhayyilât:
Doğru olmadıkları belli iken sırf Neş'e vermek veya Nefret uyandırmak için, Tahayyul edilerek verilen Hükümler’dir.
Wehmiyât:
Kuruntu ile verilen Hükümler’dir. Gerçekte olmayan Şey’i varmış gibi Qabul etmektir. Duyulabilen Şeyler’e dayanılarak Duyulamazlar haqqında verilen Hükümler böyledir.
Yukardaki Tasnîf’in Hadis Metodolojisi’ndeki Tanımlamalar’a ne kadar benzediği Açık’tır. Hadis’in Sıhhat Dereceleri’nde Mütewâtir denilenlerin Yaqiniyyât ile; Meşhur Hadisler’in Meşhurât, Müsellemât ile; Âhad Hadisler’in Maqbulât ile Benzerlikler’i kurulabilir. Yine Sahih ve Hasen Dışında kalan Zayıf Hadisler ise Zanniyât Dereceleri’nde çeşitli Cerh Metodları’yla Kritik edilebilir Riwâyetler’dir.
Bu Karşılaştırmalar Esnası’nda Mantıqçılar, Nahwiyyûn ve hatta Hadisçiler arasında Ortak Noktaları görmüş oluyoruz. Kim neyi ne kadar İslâmileştirmiş, ne kadar Başarılı olmuş asıl Maqsadımız bunları ortaya çıkarmaktır. Yoksa Mantıq Dersi verme gibi bir Gayemiz yok. Bunlar zaten Çeşitli Ansiklopediler’den Temin edilebilir.
CEDEL
Meşhur ve Müsellem Önermeler’e dayanan Qıyâs Metodu’dur. Ayrıca Tartışma’da Rakib’i Susturma Yöntem’i olarak da Cedel Tabir’i kullanılır. Buna göre Bir Düşünce’deki Çelişkiler’i göstermek için her iki Taraf’ın da Qabul ettiği Meşhur ve Müsellem Öncüller’i sıralayarak Rakib’i Susturma Sanatı’dır. Sokrat ve Eflatun’da Cedel daha olumlu bir Mânâ’da iken, Aristo 5.Kitab Topika’da onun Burhân’dan Farqı’nı ortaya koymuş ve Cedel’in İhtimalli Yön’ü dolayısıyla Zannî Delil olduğunu vurgulamıştır. Felâsife, Aristocu şekilde Cedel’i açıklamış.’ Aqlî ve Tabi İlimler’de Aqlî Zaruretler’den doğan Burhân’ın kullanılması Elzem’dir’ demişler; buna muqabil Dinî, Ahlâqî, Siyâsî ve İctimâî Meseleler’de Cedel Metodu’nu Doğru ve Haqlı görmüşlerdir.
Kelâm ve Usûl-i Fıqh Âlimler’i de Tartışma Kuralları’nı Konu edinen Çeşitli Eserler yazmışlar. Burada Takib edilen İki Usul Dikkat çekiyor:
Pezdewî Usul’ü: Sadece Nass, İcmâ ve Qıyâs’a dayanan Deliller kullanılmalıdır.
Âmidî Usul’ü: Hangi İlm’e veya Konu’ya âit olursa olsun, Delil niteliği taşıyan bütün Bilgiler’le İstidlal edilebilir.
Lafz+i Mebhaslar Konusu’nda, Nass, İcma’dan sonra “Mewhum Deliller, Manewi Mebhaslar” Konuları’nı işlerken Qıyâs’la ilgili Çözümlemeler yapmıştık. Manewî Deliller’deki İhtilaf Yollar’ı, Tartışmalar asla bir Cedelleşme şekli’nde olmamıştı. Sonuçta birinin Qıyâs ile vardığına diğeri İstihsân ile, öteki İstishab ile beriki Maslahât ile vb. varabiliyor, ortak Noktalar’da buluşabiliyorlardı. Usulcüler’in bu Zengin Literatür’ü, çeşitli Münazara Yolları’nı, Cedel’in yerini en Güzel şekilde ortaya koymuştu. ibnu Haldun’un da vurguladığı gibi, mademki Mantıq bir Âlet İlmi’dir, o halde onun da gelmesi gereken yer burası olmalı.
HİTÂBET
Etkili ve Güzel Konuşma Sanat’ı olarak Hitâbet, Diyalektik gibi, İqna’ya Dayalı Önermeler üzerine kuruluyor. Aristocu Yaklaşım’la 5 Sanat içinde Zanniyât Önermeleri’yle kurulmuş Hükümler’i İfâde ederken, ibnu Sinâ’dan sonra Mantıqçılar, onu Belagât’la ilgili görerek Edebî İlimler’den Meânî, Beyân ve Bedii arasında değerlendirmiş ve Eserleri’nde bu Konu’ya yer vermemişlerdir.
Qur’ân, bir Seslenen ile bir Seslenilen arasındaki Söz ile, Konuşma Dili’ni, Hitâbet’i Temel alır. “Yâ” Edâtı’yla başlayan Ünlemeler, bir Hitâb’a Muhatab olunduğunu Izhar eder. Hitâbet her türlü Sanat’tan yararlanarak, Şiir, Cedel, Hitâbet Türleri’ni mecz’eder. Mantığın içinde ise Hitâbet Sınırlı bir Alan’da ele alınmış oluyor.
Aristo’nun Retorika’sını Hitâbet olarak değil de Belagât olarak çeviren, el-Kindî’den başlayarak Farqlı bir Yaklaşım açıkça görülüyor. Bunun bir Sebeb’i de Arab Edebiyâtı’nda Hitâbet’in oynadığı Rol ile alaqalı’dır. Kalsik Mantıq Literatür’ü, Arab Edebiyât’ı ile karşılaşınca, Dilbilimler’i içinde kendine nasıl bir yer açmış ve Nahiwciler ile nasıl bir Muaraza içine girmiş diye sormalıyız. Dil; Kelâm; Konuşma Ses’le, Lafız’la Alaqalı. Grek, Arab, Kürdî, Türkî, Farsî vb. her Dil’in Lafızları’nda ise Temelli Farqlılıklar var. Buradan Nahwiyyûn’un Özel bir Disiplin olarak çıkması tabi görünüyor.
Mantıq, kendini Kelâm-ı Nefsî (Logos) olarak Waz’ edince, bu Farqlılıklar’ın üstünde, Üst bir Dili, Ortak Dili, İnsan olmadan önce konulan Soyut Dil’i taşıdığını İddia etmiş oluyor. Bu Soyut Dil’in Ses’le somutlaşması İhmal edilebilir bir Konu olarak düşünülüyor. O bir Ewweliyyat Konu’su, Zihn’i Yanlış’tan koruyan Alet-Organ oluyor. Bununla beraber iş Pratiğe dökülünce, Nahwiyyûn’un Alanı’na Tecâwüz Sözkonusu olmuştur.
Sonuç olarak İlk 3 Kitab Mantıq’la doğrudan Alaqalı görülerek ayrıştırılmış ve sonraki 5 Kitab, 5 Sanat’ı İfâde ederek Belağât’ın Konu’su içinde değerlendirilmiş. Yalnız bu 5 Sanat’ın sadece ilki, Burhânî Qıyâs hem Mantığın hem de Lisânî Sanatlar’ın Konu’su içinde sayılmış ve diğer 4 Konu Nahwiyyûn’a bırakılmıştır.
II-LİSÂNÎ SANATLAR
B/II-
b:YEDİ SANAT
I.Resim ve Heykel
II.Müzik
III.Tiyatro
IV.Dans
V.Edebiyat
VI.Mimari
VII.Sinema
Sanat, Arabça Sa-Na-‘A Kökü’nden Kelimeler’le Qur’ân’da geçiyor. es-Sâni‘ Allâh’ın İsimleri’nden biri. Üstün bir Güzellik’te, Oran’da, Itqan’da Yaratma İşi’dir. Sun’ullâh olarak Allâh’ın Sânî oluşu haqqında bu Kelime kullanıldığı gibi, İnsanlar’ın San’atlar’ı için de bu Kelime kullanılmış. Âd-Semûd Qawimler’i, Yüksek Evler yapmaları, Wadiler’de Kayalar’ı oymaları gibi hususlar’da Sanatlar geliştirmişlerdi. Tapınma Nesne’si, yapılan Resim, Heykel gibi Sun’ular için de Qur’ân bu Kelime’yi kullanır.
Önceki Ders İşlediğimiz Mantıq’la ilgili 5 Sanat diye adlandırılan Bölüm, Dilbilimin’in de Konusu’na giriyor ve Nahwiyyûn ile bölüşülemeyen bir Alan oluşturuyordu. Daha sonra bu 5 Sanat müstakilleşti ve Mantıq Çalışmaları’nda fazla yer tutmaz oldu demiştik. Bu Sanatlar’da da Dilbilim’i ilgilendiren bir Yön vardır. Çünkü bir Resme, Heykel’e bakanın okuması, Yorum’u yine Dil içinde gerçekleşmektedir.
Heykel de Canlı Objeler’i 3 Boyutlu Şekillendirme var.
Mimari’de ise Canlılık Şart’ı olmadan aynı Şekillendirme İşi’ni görüyoruz. Neml Sûresi’nde Süleymân a.’ın İki Eser’i, Mescid-i Aqsa ve Sarh’ı (Saray, Kasr) anlatılır. Bu Saray, Büyük bir İhtişam, Şaşaa içinde Belkıs’ın Ziyâreti’nde resmedilir. Ayrıca orada Temâsil (Heykeller) vardır. Mimari Yapı’yı gezerken, burada Mimâri Dili’yle Belkıs’a anlatılan Sanat Eseri’nin Hikayesi’ni görüyoruz.
7 Sanat Şekli’ndeki Ayrım’ın Ortaçağ’daki 7 Fakülte şekli’nde ayrılmış Müfredât’tan Mülhem olduğu söylenebilir. Bu Tasnif’in 4’ü Temel Bilimler’den, yani, Aritmetik, Geometri, Müzik ve Astronomi’den oluşuyordu. Diğer 3’ü ise Gramer, Logic, ya da Diyalektik ve Retorik Müfredat’ı içeriyordu.
Modern Sınıflama’da ise 3’lü Grup vardır. Edebi Sanatlar, Görsel Sanatlar ve Gösteri Sanatlar’ı.
Temâsil Kelimesi’nin Kullanımı’nda Nötr bir Mânâ var. Tapınma Obje’si olarak Putlar’dan bahsedildiğinde, Sanem kullanılmış.
Tiyatro ise, Orta Dünya’nın ürettiği bir konu olmamıştır.
Dans için, Raks ve Semâ’dan bahsedebiliriz.
Müzik:
Bugün Ağırlıklı olarak Müzik üzerinde duracağız. Salt İnsan Sesi’nden Tegannî, Nağme Konu’su da Söz’e dayalıdır. Müzik, Tegannisiz, Enstrümantal olunca buradaki Ses’ten bir Dil, Hissediş, Haz, Anlam üretiliyor. Müzik’te böylece bir İletişim Dili ortaya çıkmaktadır.
Müzik terimi için Qur’ân, Hadis, Müslüman Kültürü’nde doğrudan bir Karşılık yok. Bu sebeble Musikî Formu’yla bu yaşatılmış. Philo-Sophia Kelime’si Felsefe şekli’nde yaşatılırken, Hikmet’e konu edilmişti. Müzik De, değişmeden bizzat kendi fonetiği’nde bize seslenmiş. Roma’nın Dili’nde Müzik form’u, Helenistik yaygınlaşma ve Roma Küreselliği içinde Qadim Dünyâ’ya nüfuz etmiş. Efsaneler’de Tanrılar’la ilişkili bir Mitoloji’yi yansıtır. Tanrılar Âilesi’nde Baba Tanrı Zeus (Jupiter) ile Ana Tanrı Mynemosine’den 9 Kız Muse’lar doğdu. Muse’lar denen bu 9 Maharet Sâhibi’nden biri Müzik’le ilgili Tanrıça oluyor.
Köken’i itibariyle Anlamlı değil. Bu Form’da alınmaması daha Münâsip görünürken niçin Musiki Terim’i kullanılmış, bunun üzerinde duracağız.
Gına/Teganni Müziğin İcra Boyutu’nda Aktif bir şekil’de bulunmayı İma ediyor. Semâ ise dinlemek anlamında Pasif Düzey’de Müziğe katılmadır. 200-300ler’de Sufiler’in İlâhîler’i, Musikili Nağmeler olarak özel bir Dil olmaya başlıyor. Hadis Metinleri’nde ise Gına-Muganni Olumsuz bir şekilde geçer. İşte bu Eleştiri’den kaçınma için Musiki Form’u kullanılmış gözüküyor.
Mademki Qur’ân’ın Semantik Müdahalesi’yle Olumlu ya da Olumsuz Kelimeler yerli yerine oturuyor, Müslüman Bilinç de aynı şekilde Olumsuz Çağrışımlar’ı olan Kelimeler’e Semantik Müdahaleler yapabilir. Mesela “ Entümül Fuqara ila’llâh w’allâhü hüwel-Ganiyyul Hamid” (35/Fatır 15) “Allâh Zengin’dir” deyince “Gına” Olumlu görülebilir. Olumsuz olarak Fiil Formu “İstiğna” da aynı Kök’ten geliyor. Doygunluk içinde hissederek, kendini Yeterli görme, Allâh’a bigâne kalma, Tenezzül etmeme vb. anlaşılıyor. İstiğna değil, Faqir ila’llâh İnsan’a yakışandır. Allâh’a Mütevekkil olan, Duâ eden, İbadeti’ni, İstianesi’ni, Talebi’ni O’ndan dileyen olmalı.
Gına Kelimesi’nden Müzik’te nasıl bir Bağlantı kurulmuş olabilir der isek, Müzik te bir Doluluğu, Doymayı, Tatmin’i, Dinginliğ’i, Doygunluğu ifade ediyor. Dünyâ’da Sükunet arayan Adam, onun Sıkıntı ve Istırabları’ndan kaçarken, adeta Nirvana’yı duyma, İhitiyaçları’ndan azâde bir Zenginliği arıyor. “Gına geldi” dediğimizde de böyle bir Doluluk, Doygunluk ve Taşma hali Taswir edilir.
Dünyâ’nın her türlü Nesneler’i bizim için İmtihan Sebeb’i ve Wesile’si. Dünyâ Hayat’ı onun Tezyin edilmiş Oyunları’nda Tutku’yu, tutulmayı; Zînetleri’ne kanmayı, Gerçeğin vereceği Zenginlik yerine Dünyâ’nın Köle’si olmayı doğurabiliyor. Bunun İmtihan olduğunu bilir isek, bizatihi bu Nesneler’i, Kişiler’i, Şeyler’i yermek Lüzumsuz’dur. Bunlar Allâh’ın yerini tutmaya geçirilince kötülenir. Mallar, Ewladlar, Kadınlar Fitne’dir dendiğinde bu Mânâ’da İmtihan ediliş Boyut’u anlatılıyor.
Wesile’yi, Arac’ı Amaç hâline getirir isek, Dünyâ Hayatı’nı bir Gurur Nesne’si, Mağrur olma Fırsat’ı diye yorar isek, işte onunla Aldanma Sözkonusu olur. Şiir’de söylediğimiz gibi, Teganni ve Nağmeleri Konu’su da bizatihi Kötülüğü değil, İmtihan olduğumuz Nesneler’i, Araçlar’ı Temsil ediyor. Bu Yorum’u “Teganni” üzerinde Tatbik ederek, Müzik yerine onu kullanmak yine de Waqî olmadı. Ancak Teganni’ye Âletler’in de katıldığı Müzik Tarzı’na Sufiler’in Yönelimi’nde dâhi bu Kelime kullanılmamış ve “Sema” Kelime’si üretilmişti. Sufiler’in Yönelimi’nde tabi ki Dünyewî bir Yönelim değil, olamazdı. Bu yüzden Teganni Dünyewî Müzik için kullanılırken, Semâ Sufîler Nazarı’nda ayrı bir yere oturdu.
Bayramlar, Hacı Uğurlama, Savaş gibi Gerekçeler’le Dindışı Müzik Uygulamaları’nı Caiz, Mendub, Matlub görenler de olmuş. el-Gazâlî bu Saha’ya girince, tabiî ki bir Otorite olarak genel Ezber’in dışına Damgası’nı vuran bir Etki’yi yaptı. el-Gazâlî’yi besleyen Kaynaklar’dan biri de, buradaki Felâsife’yi okumasında karşılaştığı Müzik Nazariyâtlar’ı oldu. Onun Qanaati’nin oluşmasında okuduğu Kaynak ne idi? Felâsife’nin bu Konu’daki İlk Kaynakları’na baktığımızda yine Hermes’e varıyoruz. Yunan’da bundan ilk bahseden ise Pisagor’dur. Pisagor, Mısır Bilgeliği’nden bir Taşıyıcı olarak Yunan’da Hermes Bağlantısı’nı kuruyor. Mitolojik 9 Muz’u geçersek, Felsefi olarak Pisagor Kaynağı el-Gazâli’de tanınmış olmalı.
Pisagor’un Müzik Nazariyesi’nde Hermes’in şu sözü nakledilir: Müzik, Göğün Yer ile; Yerin Gök ile konuşmasıdır. İdris a. Eğer Hermes ise bunun Din Dili’nde bir Dayanağı bulunmuş oluyor. Matematik Boyutu’yla Pisagor’da Müzik Sesler’in belli Ritmik Aralığı’nda Bütün Kainat’ta gözlenen bir Celâl-Cemâl İhtişamı’nın Ahengi oluyor. Kainat’ın her bir Hareket’i bu Ses’i vererek, Müziği İcra ediyor.
Bu Düşünce’yi, el-Kindî, el-Fârâbî, ibnu Sinâ, İhwân-ı Safa vb. okudu. Pisagor’dan gelen bu Nazariye’yi Müslüman’ca değerlendirdiler. Daha çok İhwân-ı Safa’da bunlar Makes buldu. Pisagor’la Bağlantı’yı kolaylaştıran bizdeki Bilgi, “eş Şemsü ve’l-Qameru bi Husbân” şeklindeki Âyetler’dir. Gök’teki Parlak Işık Kaynaklar’ı bir Hesab ile belli bir Uzunluğu, Mezurat’ı, Hesab’ı, Ritm’i yansıtıyor.
Yine “Kitabu Raqim” dendiğinde Qur’ân ile Raqam arasında bir Alaqa kurulmuş oluyor. Aynı Şekilde, Semâwât ve Arz’ın İnsan dışındaki Varlıklar’ı Tesbihât içinde diye nitelendiğinde, bu da Ortak bir Zemin’i çağrıştırıyor. Tesbihât’ın Fiili ibâdet Boyut’u olduğu gibi, “Subhân Allâh” deme şeklinde Kelâm’a, Söz’e gelen bir Ses Boyut’u da vardır.
“Dağlar’da Kuşlar’la Allâh’ı Tesbih eder” diye Dâwûd a. Ve beraberindekilerin Zeytûn Dağı’nda çıkardıkları Tesbihât Sesler’i de düşünülmeli. Canlı Cansız Varlığın Çeşitli Diller’inde çıkarılan Sesler, bizim Kulaklarımız’ın işittiği Sesler’de Sema ile (Kulağı, Gözü, Qalbi olanlar için) Dinleme Ortamı’nı Armağan ediyor. Böylece Müzlüman Müzik Nazariye’si Ulwî bir Yer’e oturmaktadır.
el-Gazâlî bu Arkaplan’daki Bilgi ile, Bilgi’nin Birliği İlkesi’ni burada uyguluyor. Hadisler Konusu’nda ise şunları söylüyor. Fıqıhçılar’ın Uygulaması’nda Katiyetle bize gelmeyen Hadisler’in Delâleti’nde “Haramlık” Dili kullanılmaz. Böylece Müzik Konusu’ndaki Hadislerde aktarılan Kötüleme Dili, Faqih Nazarı’nda Haramlık Derecesi’nde bir Qatiyet’i İfâde etmiyor. Ayrıca Istıshab Delil’i de “Eşya’da aslolan İbaha’dır Hükmü’nü” İma ederek, Zemmedilmeyen bir Musiki İcraatı’nı Mümkün kılıyor.
Bir Âlet’in çoğunlukla Kötü’ye kullanılması, o Âlet’i Kötü yapmaz. Buradan çıkarak el-Gazâlî, Faqihler’in Eleştirileri’ni anladığını fakat Şiir’e bakıldığı gibi Müziğin de aynı şekilde değerlendirilebileceğini söylüyor. Kategorik olarak karşı çıkma yerine Wasat bir Yol izleyen el-Gazâlî, bundan sonraki Gelişmeler’de Etkili olacaktır.
Müslüman Âlem’de Musiki Sistemi’nde Temel Yapı 700–1200 arası çatılmıştır. el-Kindî’nin 10 Risâle’si; el-Farabî’nin 3 Eser’i ve el-Musika’l-Kebir’i (Musiki İcrası’na dair Bilgiler, Musiki’nin Fizyolojik Esaslar’ı, Çalgılar hakkında Bilgiler ile Grek Müzik Nazariyesi’nde olmayan Konular’ı da kapsar); el-Harizmî, el-Buzcânî; İhwân-ı Safa’nın Eserler’i; ibnu Sina’nın Eserleri’nden derlenmiş Talebe’si el-Cüzcânî’nin Özet’i; ibnu Zeyle’nin Kitab’ı; er-Râzî, et-Tûsî’ye kadar yüzlerce Musiki üzerinde Çalışma yapılageldi. Ayrıca 900’lerde bazı Tarih ve Coğrafya Kitabları’nda Musikişinaslar’ın Hayatlar’ı, Eserler’i üzerine Musiki Târihi’ni ilgilendiren Eserler yazılmış.
1200’lerde Fizik Âlim’i, Safiyyü’d-Din el-Urmewî’nin ortaya koyduğu Ses Sistem’i çok büyük Yaygınlık ve Etki kazanmıştı. et-Tûsî’nin Tawsiye’si ile Genç Yaş’ta hazırladığı Kitab’ı Musiki Nazariyâtı’na dâir Temel Çalışmalar’dandır. Safiyye’d-Din, yeni bir Dönem başlatmıştır. Mewlânâ’nın Sema’sında İcra edilen bu Mazariyeler ve Pratikleri, 1500ler’e kadar Osmanlı’da da Tesirli bir şekilde gelişti. Osmanlı’ya da kayan Musiki Nazariyât ve Çalışmaları’na Meraği’nin Oğlu Abdu’l- Aziz’in Fâtih’e İthaf ettiği Kitab’ı ile Safiyye’d-Din’in Etki’si İstanbul Tekkeleri’nde, Mewlewihâneleri’nde Karşılık buldu.
Mewlana’da Sema, Mesnewi’nin dinlenerek yazılmış Beyitleri’nden kalkarak yapılır. İlk 18 Beyti’ni Mewlana yazmıştı, geri kalan ise Hüsâme’d-Din Çelebi’nin Mewlana’dan Şifâhî olarak dinlediklerini anında yazması şeklinde Cereyan etti. Yani Mesnewî Sema ile yazıldı. İlk 18 Beyit’te Başlangıç Mısraları’nda “Dinle Neyden kim Hikâyet etmede…” diye anlatılan Sözler’le Sema’nın Temel’i kurulmuş. Mewlana Felsefi Çeviriler’le kurulmuş bir Dil’in İzi’ni sürmez. Aksine, onun Dil’i Aşq Dili’dir. Qur’ân’la Ünsiyet etmişlikten kaynaklanan bir Aşq Dil’i.
A’raf Sûresi’nde İnsanoğlu’nun “Qalû Belâ” (Evet) diye Haykırışı’nın bitip tükenmek bilmez, unutulmaz Yankısı’nda duyulan Sevinç Sesler’i. Hikâye edilen bu Ses, O’nun Müzik Nazariyesi’nde Temeli’ni buluyor.
Allâh’tan duyulan (Sema) o Muazzam Ses, “Elestü bi Rabbiküm” Hitab’ı gelince, İlâhî Ses’in Cazibe’si, Güzelliği, Çekiciliği karşısında neredeyse İrâdesiz bir şekilde tüm Zerreleri’yle İnsanoğlu, O Ses’in Sema’sına ve Temaşası’na katılıyor. “Belâ” Sesler’i Bülbül gibi şakıyarak tekrar be tekrar geliyor. Wecd içinde Aşq’la dönerek “Belâ, Belâ, Belâ” Müziği’ni, “İşittim ve İtaat ettim” Sarhoşluğu’nda Semâ Dönüşleri’ne bırakıyor.
Mewlana’nın Yaradılış’ta başa koyduğu Aşq İlişki’si, Eşyâ’nın İsimleri’ni Öğretme ve ardından bir İmtihan’la başlayan Âdem’in Yaradılış Hikayesi’nde Anlatımı’nı bulmuyor. O daha ziyade, “Elestü bi Rabbiküm” Sözü’nden Aşq’a geliyor. Bu Söz’ü duyup ta Perwane olmamak Mümkün mü? Bu Ses ile birlikte Kozmik Tawaf başlıyor.
Ney’e Üfürme de bu Sembolik Hikayeler’le dolu. Ayrılıklar’dan Şikâyet eden Ney’in Ses’i, Hicrân’ı anlatıyor. O Ses’i İşittikten sonra Aşq ile Perwane oluş Sarhoşluğu’nda Allâh’a Raciûn olana kadar ki Ayrılığın Hikâye’si. Bütün bir Hayat’ın Akışı’nı o Melodi’ye bağlıyor. Çamur’u Adam yapan, O Ses’in kendisi idi. Kün Nefhâ’sı ile üfürülmüş O Ses olmasa idi, Çamur, yine Çamur’du.
Ney de öyle. Sazlık’tan Baş verip çıkmış Kamış iken ona bir Usta kalıp verdi ama bu haliyle bile Ney Âlet’i hala bir Beden’den İbâret’tir. İnsan’ın Çamur’u gibi hala bir Madde’dir. Suret kazanan Bedenler, onlara Sûrî bir Üfürüş olduğu için Varlığa gelmişlerdir. O Kalıp, Beden hâlindeki Ney’e Neyzen üfleyince, Allâh Sevgisi’ni Tesbihâtları’nda Dil’e getiren Ses’e dönüştü. Kuru bir Kamış olmaktan çıktı.
Bol miktarda Mevlewîhâne, onbinlerce Gazel İstanbul’da Türkçe yazılmış, bestelenmiş. Beste ve Güfte; Bâtın ve Zâhir; Rûh ve Çamur bu Müzik Etrafı’nda dönüyor. Beşerî olan Düzey’de ise Leyla ile Mecnun Kalıb’ı, Musiki’de Asli olana, Gerçek olana, Platonik olana atlama olarak görülmüş. Aynı Enstrümanlar’la birbirini destekleyen, birinden ötekine Sıçrama Tahta’sı olarak düşünülmüş.
Allâh için Çirkin Ses düşünülemez, İnsan bazı Sesler’i Çirkin bulabilir. Bu anlam’da Merkeb Ses’i İnsan Çirkin Ses Algı’sı için verilmiş bir Örnek olarak Qur’ân’da geçer. Qur’ân’ın Güzel Ses ile okunması, Şehirler’deki Güzellik Arayışı’na yansıması bu günkü Çeşitliliği doğurdu. Ezan da aynı şekil’de Güzelleştirme Çabalar’ı içinde Örnekleri’ni buldu. Mânâ’yı aşan, Ses üzerinden bir Güzelleştirme var. Okunurken Etkilenme, Hüzünlenme vb. belli bir İletişim doğuruyor, Anlamı’nı bilmesek bile. Müslüman Musiki’sinin biçimlendirilmesinde Qur’ân ve Ezân Etki’si görülür.
Qur’ân, Şiir olmadığı halde Şiirselliği beslediği gibi, Müzik olmadığı halde de Müzikalite’yi beslemiştir. Orta Dünya’nın Tek Ses’e önem veren bir Monist Dil’i var Müzik’te. Tewhid’i gösteren Qur’ân Etki’si, Mewlid’te de var.
Senfoni deyince Farqlı Sesler’in toplamda Eş Zamanlı İcra’sı anlaşılıyor. İki Ayrı Coğrafya’da şekillenen bu Durum ille de Tewhid ve Şirk’in Gösterge’si olur mu? Hayır, Senfonik bir Dil üzerinde de Müslüman bir Zihin aynı Melodi’yi yakalayabilir. Böylece Çokluk içinde Birlik Formu’nun sergilendiği bir başka Tewhidî Söylem ortaya çıkmış olur.
Müslüman Musiki’si dendiğinde, olanı mutlaklaştırmak yerine, başka Pencereler’den de bakabilmeliyiz. Allâh her Dil’de Övülmesini, Adı’nın Şakınmasını istediğine göre, Senfoni’de de Güzel’i görmek Mümkün.
Haçlı Seferler’i süresince, 200 Yıllık bir Dönem boyunca Kiliseler’de Müziğe Olumlu ya da Olumsuz Bakışlar geçerli olmuş. Daha çok Müzik’le İştigal’e temelde Uzak durmaya Yatkın bir Görüş var idi. 2.Görüş, Melekler’in Ses’i diye algıladığı Kilise İlâhîleri’nde Orglar’da bu Sesi duymuş. Bu da Dâwûd’un Mezmurları’na dayanıyor. Zebur (Çoğulu Zubur) Kitab’la alakalı geçer. Mezmur, Mezâmir ise Dua, İlâhi, Müzik Anlamı’nda ele alınır. Hadisler’de de bu Mânâ’da kullanılmış.
Eski Ahid’te Zebur yerine Mezmurlar geçiyor. Hadisler’de geçtiği üzere Mezmurlar’ın da bir Aslı var. “Dâwûd’un Mezâmiri’nden bir Mezmur verilmiş” diye Şâir’i öven Rasûl, Müzikal Dualar, İlahiler olmak bakımından bunu sayıyor. Zebur deyince ise, Mezmur’dan izler olabilir ama, o aslında Dâwûd’a.’a verilen Kitab’a Ad olmaktadır ki bu ikisi ayrı şeyler’dir.
Kilise’de okunan İlâhîler, Mezmurlar denen bu Güfteler’den bestelenen İlahiler çoğunlukla. Bağımsız bir Söz Yazımı’nı önceler. Kutsal Kitab’tan Sözler’e Beste giydiriliyor. İncil Beste’ye Uygun değil. Mezmurlar dışında Eski Ahid’in büyük kısmı da Tarihler ve Olaylar’ın Anlatım’ı üzerine olduğu için onlar da Beste’ye gelmiyor. İncil zaten Siyer olarak Beste ile alaka kurulamayacak bir Metin. Dolayısıyla Kilise Müziği bundan ibâret kalıyor.
Ladînî denen Türkü, Şarkı, Chantlar, Sınıf Teşkil edecek Kesafet’i Haçlı Seferler’i sonrasında kazanıyor. Laik Müziğin 800 Yıllık Târihi’nde Ortadoğu Müzik Aletleri’ni Tesirler’i, Flamenko gibi Uygulamalar’da, Gitar gibi Âletler’de kendini gösteriyor. Çok Sesli Müziğin de Avrupa’daki Kök’ü Yakın Târih’e iliştirilmiş. Klasik Avrupa Müziği’nin Kilise Dışı Etkilenim Saha’sı, Haçlı Seferler’i Sonrasına ve Endülüs Bağlantısı’na ait olarak Ortadoğu’dadır.
Modern Müziğin Doğuşu’nda “Saray’dan Kız Kaçırma”, “Türk Marşı” vb. Mehter Müziği’nin İncelenmesi ile Çok Sesli Müzik arasında ilişki kuran Tezler var. Askerî Mızıka, Mehter Marşı için Mozart’ın “İşte Müzik” dediği aktarılır.
Dilbilimi’nde önce Asıl dediğimiz Kelâm-Lafız-Dil Madde’si vardır, ardından onun Anlam’ı üzerine Biçim/Sureti’ni çıkarma Arayış’ı gelişir. Müzik’te ise bazen Güfte öncedir, bazen Beste önce yapılıp ona Güfte bulunur. Müziğin Asli Unsur’u Beste’dir. Çünkü Söz’e ihtiyaç duymadan önce, Enstrümantal Müzikal Tını önce gelir. Sonra ona Sözler uydurulabilir, değiştirilebilir.
Bir başka Tartışma da Sanat’ın Mimesis (Taqlid) olduğu Tezi’ne karşı, Doğa’da olmayanı, Doğa’ya eklemlemeyi İfâde eden Görüş’te Gizli’dir. Önceki Görüş Platon-Aristo’ya dayandırılırken, ikincisi bundan Kopuş’la Modern Zamanlar’da daha çok Qabul görüyor. Hangisi daha Müslümanca? Heykel, Suret yapanlara “ Yaratan Siz misiniz, haydi diriltin konuşturun onları” denecek Şeklindeki Hadisler, Mimesis Kuramı’nın da bir Eleştiri’si gibi alınabilir. Modern Sanat ise Yapıtı’nı, Taqlidi Alan’ın dışında görüyor.
Minyatür gibi Sanatlar 3 Boyutlu olmayan, Gölgesiz ve Doğa’da bulunmayanı çıkaran Sanatlar’dır. Bu bakımdan Taqlid Çaba’sı yok diye övülmüş. Modern Sanat içinde Sürrealizm gibi, Doğa’da olmayanın çıkarılmasına Örnek Çalışmalar ise, Mimesise dayanmasa da, Yaratma olarak Sanat Fikri’ni öne çıkarır ki bu daha Kötü bir Sonuc’a varıyor.
Bir başka yorum ise, Mimesis’te Taqlid Niyet’le alakalı demektedir. Aslında Tewâzu ile, Tabiat Övgü’sü onda çağrıştırılmaktadır. Bu Sebeble de Tanrısallık İddia’sı yok. Halbuki Modern Sanat, Yaratıcılık İddiası’yla Tanrılaşmayı amaçlamada Fütursuzluğun ta kendisidir. Bu bakımdan Sanat’ın Köken’i hakkında hangi Teori’nin ne söylediğinden ziyâde, Niyeti’nin ne olduğunun anlaşılması daha Önemli’dir. Mimesis Kuramı’nın İyi ve Kötü Yorumlar’ı olabildiği gibi, diğer Köken İddiaları’nın da Niyeti’ne göre yorumlanabilecek Uzantılar’ı vardır.
B-NUTQ
B/II-(LİSÂNÎ SANATLAR)
b-YEDİ SANAT (Minyatür, Taswir)
Geçen Ders Müzik üzerinde durmuştuk. Bugün ağırlıklı olarak Mimari ve Taswir üzerinde duracağız. Önce Minyatür ve Taswir’den başlayalım.
Minyatür:
Önceki Ders’te bahsettiğimiz “Mimesis Kuram’ı” üzerindeki Tartışmalar’ı hatırlayalım. Orada Fizik Gerçekliği ve Yaratma’yı Taqlid Dâwâ’sı olarak, bu Kuram’ın Eleştirisi’ni yapanlar vadı. Bu bakımdan Minyatür, Gölge’si olmayan Resim olduğu için, Fiziki olanla eşleştirilemeyen bir Sanat’tır. Dolayısıyla Minyatür, “Mimesis/Taqlid olmadığı için yukardaki Eleştiriler’den de kurtulmuş oluyor. O, Fizikî olanı aşarak, İdeler Âlemi’ne gönderilmiş oluyor. Allâh’ın asıl Sanat’ı, İdeler Âlemi’ndeki Arketipler’i Temsil olarak Minyatür, Aristo’nun Mimesis Kuramı’ndan ayrılıyor.
Resim-Heykel, Tapma Mânâ’sı olunca Sanem Adı’nı alır. İster İnsan’a benzesin, isterse Amorf olsun bu değişmez. Say yapılırken, İki Tepe’ye yerleştirilmiş İki Melek Taswir’i arasında bu Putlar’a Ta’zim yapılırdı. Safa ile Merwe arasındaki Koşu’yu, “Allâh’ın Şeâiri’nden” diye niteleyen Âyet, bu Konu’daki Şüphe’yi giderdi. Böylece Say İbâdet’i Aslî Hüviyeti’ne kavuşmuş oldu.
Hicret’in İlk Yüzyılı’nda Resim-Heykel bir Sanat Ciheti’yle Üretim’i Mümkün değil. Hatta Tüketim’i de sınırlandırılmış. Minyatür’ün Kullanım’ı, Tercümeler yapılırken Kitablar’ın Aslı’nda varolan Minyatür Çizimler’i de İktibas edilmek suretiyle yaygınlaşmıştı. O Kitablar Tercüme edilirken, o Resimler Kopye edilerek Minyatür Babı’nda Çizimler bizzat Hayat’ın içine girmiş oldu.
Minyatür Kelime’si, Müzik’ten de Yabancı duruyor. Bizde kullanılan, Dilimize derinlemesine girmiş bir Kelime değil Minyatür. Oryantalistler’in verdiği İsim ile, 1800ler’den sonra kullanılmaya başlanmış. Haddi zatında bu Sanat ile yapılan bir Taswir’dir. Naqqaşlar’ın yapmış oldukları Naqş’lar olarak bu Sanat’ın Taswir’le Alaqa’sı, Dilimiz’de böyle kurulmuş.
Avrupa’da 500 Yıl Öncesi’ne varana kadar, Eski Elyazmaları’nda, Harfler’in yanına Küçük Resimler, Yapraklar, Ağaçlar, İnsanlar vb. Çizimler yerleştirilmiş. Buna Minyatür denilmiş. Her küçültülmüş Resim için, Harfler’in üzerindeki iliştirilmiş bu Çizimler’e Minyatür Ad’ı veriliyor.
Süslü Yazılar, Kaligrafi’nin ötesinde, Yazı’yı Resim’le veya Resmi Yazı ile yapma Örnekleri İran’da da var. Yine Resm’in Yazı’yla karıştığı Örnekler’e, Tuğra Resimleri’nde, Nûh’un Gemi’si, Silah vb. Şekiller’in Resim’le yazılmasında pek çok Örnekler’de rastlanabilir. Hat Sanatı ve Resim Sanatı burada üst üste gelmiş görünüyor.
Minyatür’ün Resim’den Temel Farq’ı, İki Boyutlu olması, Perspektif’e dolayısıyla Gölgelemeye Uzak durması denilebilir. Bu ise Resim’le Alaqalı Yasağı delme Konusu’nda bir Cewâziyet’i taşıyabilir Özellik gösteriyor. Minyatür şekli’ndeki Resim ve Taswir, bu şekilde Câiziyyet kazanmıştır, deniyor.
Bu Sanat, İslam’dan önce de Mısır’da, Horasan’da, Hind’e yakın Bölgeler’de ve İran’da vardı. Zerdüştlük’le, Manilik’le Alaqa’sı Quwwetli bir şekilde kurulmuş bir Sanat olarak Minyatür, Zerdüşt Dini Kitabları’nda kullanılmış. Sadece Tuval’de Kağıt’ta değil, Tekstil’de, Halı’da vb. Malzemeler’de de kullanılma Örnekleri İran’da var.
Sonradan giydirilen bir Felsefî Te’wil olarak, Teslis’in Üç Boyutu’na Karşılık, Zerdüşt Düalizmini’nin İki Boyutu’nu Temsil ederek, İran’da Minyatür Tervic edilmiş deniyor. İran’da bir de Mani var. Maniheizm’in Kurucu’su Mani, İsa’nın Tebşiri’yle Zerdüşt’ün Gelişi’ni kendinde birleştirdiği İddiası’yla ortaya çıkıyor. Böylesi Eklektik bir Sentez’le ortaya çıkmış Mani. Karma bir Din, Maniheizm.
Batı Toprakları’nda Maniheizm, bir Dönem Etkili de olmuş. Hıristiyanlık’la Paralel bir şekilde Roma Toprakları’nda İran Dinler’i, Mitraizm, Maniheizm Etkiler’i çok Güçlü bir şekilde hissediliyordu. Roma’da Resmi bir Şekilde Hıristiyanlık Qabul edildikten sonra dahi, 600-700lü Yıllar’a kadar Mani Etkileri görülmeye dewâm etti.
Manici Etki’yle, Resmî Tervic eden Taswir Eğilim’i, Mesih ve diğer Taswirleri’yle Kilise Resimleri’nde ve İkonları’nda Yaygınlık kazanıyordu. Konstantine Hıristiyan olunca Manici Etki’yle yapılmış Taswirler’i yaktı, yıktı. Buna rağmen Manici tehdit 600-700lü Yıllar’a kadar sürmüş ve Takibatlar hiç te az olmamıştı. 600’lerden başlayarak İki Yüzyıl boyunca Taswirciler ile, İkonoklastlar (Kilise Resim ve İkonları’nı Yıkma Taraftarları) birbirleriyle Mücâdele etmişlerdir. Hıristiyanlar arasındaki bu Mücadele’de zaman zaman biri diğerine Gâlip gelmiş. Bu sırada Kayseri, bir dönem Ariusçuluğa Kucak açtığı gibi, İkonoklastlar’a karşı da bir Sığınak oldu.
Özellikle Roma Merkezli Dinî Baskı, Teslis’e Zarar vereceği Gerekçesi’yle Taswir’e karşı çıkıyordu. Taswir Karşıt’ı İkonaklastlar, Tapınma Nesne’si olan İsa ve diğer Kutsallar’ın resmedilmesi halinde onların Beşerî Boyutlar’ı ve Mahluq Oluşları Vurgusu’nun Hakim olacağı ve böylece onların Tanrılıkları’na Halel geleceği Endişesi’yle hareket ediyorlardı. Bu sebeble asıl Pavluscular bu Dönem’de İkonaklast oldular. İsa’da, Meryem’de Yaratılmış Beşerî Öz’ü öne çıkaranlar, Manici Etki’yle de Taswir’den yana oldular.
Maniler, Doğu’ya, Uygur Bölgeleri’ne kadar kaçıyorlar. Uygurlar’ın Resmî Din’i Maniheizm’dir. Uygur Türkleri, Dinî Gereklilik üzerinden Minyatür’le hemhal olmuş. Çin’de, Japonya’da Doğu Minyatür’ü ve Maniciliği Yayılma Alan’ı bulmuş.
Müslüman Dönem’de en Erken Minyatür Örnekleri 1000’ler, 1100’lerden kalma. Fâtımî Örnekler’i daha Eski’dir. Selçuklu Yayılım’ı ile birlikte Herat Bölgesi’nden itibaren Anadolu’ya kadar artan bir Yaygınlık kazanmış.
Resm’e-Heykel’e Batı’da yüklenen Anlamlar ile Müslüman Târihi’nde bunlara yüklenen Anlamlar aynı Sonuc’u doğurmadı. Bu bakımdan bizde Tapınma Nesne’si olarak görülmedi. Camiler’de bulundurulan Sakalı Şerifler, Hac’da Rasûl’ün kestiği Sakal’dan kalanlar, Kutsal Günler’de Ziyaret’e açılır. Bunlar Dünyâ’nın her yerinde var, ama asla İbâdet, Duâ, Tanrısallaştırma Değer’i taşımamaktadırlar.
Minyatürler’le Siyer Kitablar’ı yapılmış. Yine Rasul’den İki Büyük Hırka kalmış. Resmin-Heykel’in de ötesinde bizzat kendisinin katlayıp koyduğu Hırkalar bunlar. Dolayısıyla Mimesis şeklinde bir Taswir de değil. Taswirler’den ziyâde, onlardan İntikal eden şeyler, bizzat kendileri daha Değerli bulunmuş. Bizzat bu Kutsal Emanetler’e yönelme, daha Gerçekçi bulunmuş ve Mimesis şeklinde Yaratıcılığa Özenme İbtal edilmiş. Meçhul bir “İsa”yı gerçekçileştirme Gayret’i olarak Mimesis Tarzı’ndaki Teslis İsa’sına karşı, “Gün gibi aşikar” Hz.Muhammed’in Gerçekliği çok daha Değerli’dir. Olmayanı varetme gayretkeşliği şeklindeki Resimcilik Anlayış’ı yerine, bizzat Hz.Muhammed’in Gerçekliği Vurgu’su çok daha yerinde gözüküyor.
MİMÂRÎ
Architecture, Arke (İlk Örnek, origin) Kökü’nden Mimari Kelime’si türetilmiş. İkinci Kök olarak ise Bina etmek, İmar etmek Anlamı’yla ilişkili. İki Kök ile Alakalı olarak da Qur’ân’da örneklemesi yapılabilir. Yeryüzü’ndeki İlk Ev, Beytu’l-Atîk dediğimizde Mimari’nin Arke’sine dair bir örnekle karşı karşıyayız. Kabe’nin diğer Ad’ı ise, “Beytu’l-Ma’mur”dur. Bu da ikinci Örneğe Uygun düşüyor.
İlgili Kelimeler’den “Bünyan” Kelime’si, Bina Anlamı’nda kullanılıyor. ‘Allâh Göğü Bina etti’, dendiğinde bu Kelime kullanılır. Fenn-i Hendese olarak anılan Mimari, Bilimler Skalası’nda Hendese’nin, Geometri’nin bir alt Bölüm’ü olarak görülmüş.
İnsan Hayat’ı için “Ömür” Kelime’si de İmar’la alaqalı. Ömürlü kimse de Muammer’dir. ibnu Haldun’un kullandığı Umrân Kelime’si de burada anılabilir.
Emewîler Zamanı’nda Qubbetü’s-Sahera’da denenen Qubbe, Osmanlı’ya kadar kullanılmış. Minare ve Mihrab ekleyerek Eski Yapılar’ı Cami’ye çevrilmiş. Minare de Emewîler Zamanı’nda İcad edilmiş.
Bütün Yeryüzü’nün Mescid olması gibi, Qubbe de Yeryüzü’nü örten Gök Qubbesi’nin Cami’deki Karşılığı olmuş. Arz’ın üstündeki Büyük Yapı’yı simgeler Qubbe. Süleyman Peygamber Gawwâs, Bennân kullanırken, Cinler’den Duvar Ustaları’nı İstihdam etmişti. Tewrat’ta Hiram Adı’ndaki Mimar Ustası, İbraniler dışında Egemenlikler’i altındaki Halqlar’dan bir İsim idi. Latince Mason Kelime’si ile bu Taş Ustalığı’ndaki Yardımcı Unsur’a atıf yapılmış.
Rönesans’ta Resim gibi Mimari’de de Parlama oldu. Mason Localar’ı, Esnaf Teşkilat’ı olarak kendilerini Pahalı’ya satmak isteyenlerin Loncalar’ı oluyor. Tapınak Şövalyeleri, 1187’de Qudüs’ten kaçan Savaşçılar, önce Girit’e sonra Kuzey’e doğru Yolculukları’nı dewâm ettirdiler. İsa’nın Dönüş’ü, Mabed’in İnşa’sı üzerinden Qudüs’ün Dünyewî Cenneti’nin kurulmasında kendilerine bir Rol biçtiler. Buna göre onlar, İsa ile bir Soy Bağı’nı taşıyan “Seyyidler” idiler.
Kutsal Kâse’ye İsa’nın Soy’u Anlamı’nı verdiler. İsa’nın Dönüşü’nü de Soyu ile Alakalı bir yere yerleştirdiler. Mabed’in III.İmarı’nı kendilerinin yapması ile Mabed’in ve Dünya Egemenliği’nin Dönüşü’nü İsa’nın Soyu üzerinden kendileriyle ilişkilendirdiler. Tapınak Şövalyeleri, Rönesans Dönemi’nde bu Mason Locaları içine eklemlendiler ve örgütlendiler. Mabedi, Yabancı Hiram Usta yaptı. O halde biz bütün İnsanlık Ailesi’ni, Azınlık’ta olan bu Efendi Millet’e Hizmet Anlamı’nda kullanabiliriz, denmiş. Mason Locaları’nın arkalarına saklandığı Din Dili bu şekilde İcat edilmiş.
Tapınak Şövalyeleri’nden aldıkları Siyâsi İçeriği Masonlar, Kabbala vb. Sekterler’in Simgeleri’ni Mimariye yansıtarak sahiplenmişler. Dolar üzerinde görülen Masonik Simgeler yanında bir çok Mimari Eser’de, seçilmiş Yerler’e yerleştirilmiş Ögeler, belli bir Anlam’ı taşımaktadır. Beyaz Sarayı’ndan Osmanlı’nın ve Yeni Cumhuriyet’in Avrupalı Mimarlar’a yaptırdığı birçok Yapı’da bu İzler’i görmek Mümkün’dür. Modern Mimari’nin Merkezi’nde Laik değil, böylesine bir Din Dili, İllimünati Simgeler’i yatıyor.
Qudüs, Mimari’nin bugün de Merkezi’nde.
Şehr’in içindeki Mimari, Qur’ân’ın biçimlendirdiği Zihin ile Anlam kazanıyor. Köprüler, Sırat-ı Müstaqim, Sırat Köprü’sü ile alaqalı, Dünya Hayatı’nda Ayağın kaymamasını çağrıştırıyor. Köprü’de Müslüman Zihin bunu görür. Saraylar, Köşkler Olumsuz Anlamı’yla Ad-Semûd Qawîmleri’nin Şımarıklıkları’nda Anlam kazanırken; Olumlu Anlamı’yla Süleyman’ın Sarayı’nda İfâdesi’ni bulur. Yol Mimari’si, Sebil, Minhac, Nehir, Sulama Kanalları, Bendler vb. her biri Din Dili içinde bir Karşılığını bulur.
Batı’da olduğu gibi, Hind’de de Mimari ve Resim ayrılmaz bir bütün. Saray’da her tarafa Monte edilmiş Resimler, Temsiller, Mitoloji’den alınmış Figürler bir arada. Bütün bunların Sâhib olduğu bir Din Dili var. Orada görülen, Jupiter’in, Eros’un Temsilleri’nde Dinî bir Tâkım Şeyler de anlatılmış olur. Bu Temsiller Tapınma Obje’si de olmasa, yine de size bir Şeyler anlatmaktadır. O halde bunları Din Dili’ne İrca edilmiş Şekilleri’yle anlamak lazım. Batı’nın Görsellik ve İşitsellik üzerinden yaptığı Ayırım Sathi kalıyor. Eşya’yı İsimlendirme’de Asli Ayırım ise, Sırat-ı Müstaqim ile onun İki yanında konumlanmış olan Teşbih’in ve Tenzih’in Aşırılıkları’nda İfâdesi’ni bulan “Hidâyet’ten Sapma” Tuzakları’nda görülebilir. Bu bakımdan Resim-Heykel ve Mimari’de görülen Görselliği, Din Dili içinde anlamak ve onu Edebi Sanatlar’ın Söz ile Alakalı Anlam Dünyası’ndan Büsbütün ayrı görmemek gerekir.
B-
III NUTQ
MANTIQU’T-TAYR
Nutq-u Beşer, Kelâm-ı Nefsî Konuları’nı işlerken B Serisi’nin İlk Semineri’nde Diller farqlılaşsa bile Söz’e dayalı olmayan Nefs-i Natıqa’nın aynı kaldığını söylemiştik. Buradan 5 Sanat’a ve Mantıq Konuları’na girmiştik. Şimdi ise, gene Nutq Kökü’nden, Mantıqu’t-Tayr ve “Kuş Dili” Konuları’nı göreceğiz. Wahy’in kendini İfâde etmek için yine İnsanlar’ın Dilleri’nden Ödünç alınmış Kelimeler’le kurulan bir Dil’i, “İnzal edilmiş/İndirgenmiş Dili” konuşacağız.
İlk Bölüm Mantıqu’t-Tayr Edebiyat’ı;
2.Bölüm ise Din Dili olarak Hikmet’in nasıl İnşa edildiği üzerinde durulacak. Burada Neml 20-30 Âyetler’i arasında Hüdhüd üzerinden kurulan bir Kuş Dil’i Edebiyâtı’nın İzler’i sürülecek.
Doğu Edebiyâtı’nda Simurg Hikayeler’i, Beytü’l-Hikme Çeviriler’i ile bize de geçti. Bizde anlatılan Qıssa (Süleymân Qıssa’sı) ile bu uzlaştırılmıştır. Mitoloji’de Efsane Versiyonlar’ı da olan Simurg Farsça “30 Kuş” demek. Kuşlar Topluluğu Dağınık’tır, Sorunlar’ı var. Saldırı, Açlık, Hastalık var. İçlerinden bir Bilge ve ona Danışma Arayış’ı var. Eski Pehlewice’de Simurg, Kartal için kullanılırdı. Feridü’d-Din-i Attar ise Si ve Murg arasında bir Ayırım yapar. Efsane’de ise bu Ayırım yok. Kartal, Aslan gibi bir Kral olabilecekken bunu yapmıyor, ‘ben sizi Bilge Kral’a götüreyim’ diyerek Simurg’un Öncülüğü’nde Bilge Arayış’ı sürdürülüyor. Wadiler aşılır, Çetin Yollar’dan geçilir ve sonunda az bir Topluluk Qaf Dağı’na ulaşır.
Fabl Dili’ndeki bu Hikaye İşrâqî Felsefe’nin İlgisi’ni çekmiş. Daha önce Hayy b. Yaqzan’a Müdâhale’de olduğu gibi, buna da Müslümanca bir Müdahale yapılmıştır. Filozoflar Özel bir Dil Muwâcehesi’nde buna İtibar ederek, Awâmî Dil’in üzerinde bir Üst Dil olarak buna Muamele etmeyi Uygun görmüşler. ibnu Sina’da, İşrâqiler’de kabul gören bu Yaklaşım’ı 1100’lerde Feridü’d-Din Attar, Nişabur’da kullanıyor. Kimyewî Terkibler’le uğraşan bir Attar olan bu Zât’ın Asıl Ad’ı Muhammed’tir. Hikâye’nin içine Süleymân Qıssa’sı ve Hüdhüd’ü ilâwe eden işte bu Attar’dır.
Kartal Hüdhüd’e dönüşür. Süleymân Peygamber’in Postacı’sı Hüdhüd çıkıyor, O Bilge’yi Hidayetliyor. Bu Temel Çatı üzerinde geçilmesi gereken 7 Wadi ile Hidâyet Yolculuğu, Süleyman Peygamber’in Gölgesi’nde Dewâm ediyor.
İlki İstek Wadi’si, Talebeler, Seyr-i Sülûk, Marifet Wadi’si…
6.sı Hayret Wadi’si,
7.si, Fenâ ve Beqâ Maqamı’dır.
Birden fazla Sembol’ün içiçe geçirildiği, Hicablanmış, Perdeler’le Qıssalar birbirine bağlanmış şekilde gerçekten bir Mantıqu’t-Tayr var Attar’da. 7 Wadi’de İmtihanlar, Dökülenler, Qaybedenler de olacaktır.
İdris/Hermes Ezoterizmi’ndeki Zulumât ve Nûr Sembolizmi burada da var. Yer’e bağlı olan Çamur Karanlığı’ndan Göğ’ün Nûrlu Semâsı’na uçuş ile 7 Kat Semâ’nın içiçe geçmiş Hikmetleri’ne Yolculuk anlatılır. Yer’de sürünen Yılan ise, Şeytân’dır. 7 kat Semâ’nın Hermesci Okuma’sı, Qur’ân’a Uygun’dur.
Fena Maqamı’nda Mitoloji’de Kartal ama Attar’da Hüdhüd olarak Qaf Dağı’nın Tepesi’nde Dergah’ta duyulan Sesler. Bir Elçi Nidâ’sı onlara yazılanların birer birer gerçekleştiği Hikaye’nin Aslı’nı okuyunca, yaşananların birer Qader olduğu, Aslında yazılmış olanları oynadıkları Gerçeği’ni anlarlar. Qader Defteri’ne ulaşmışlardır. Neyi aramaya gittiler, neyi buldular… buldukları kendileri idi, aradıkları da. (Az gittik Uz gittik, bir arpa Boyu Yol gittik.)
Dermân arardım Derdim’e
Derdim bana Dermân imiş.
Burhân arardım aslıma
Aslım bana Burhân imiş. Niyazi Mısri
Buraya geldiğinizde ne aramışsanız onu buldunuz, deniyor. Zanlar’ı üzere neyi Tahayyül etmişler, Allâh Adı’na neyi Qalbleri’ne koymuş iseler, Onu buldular. Simurg’da söylenen; “aslında Simurg sizsiniz, Kendinizi aradınız ve buldunuz” Sözleri’nde özetlenebilir.
Allâh, Dağ’a Tecelli ettiğinde Mûsâ ve Beraberindekiler oracıkta bayılırlar. Mûsâ tekrar ayıldığında Fena’da Beqa’ya Wâsıl olur. Kendini bilince Allâh’ı da bilmiş olur. Külleri’nden yeniden Doğan Simurg da aynı Anlatım’ı Kuş Dili üzerinden yapıyor. Sacid ile Secde edilen, Aşıq ile Maşuq arasındaki ayırım kalkıyor ve Wahdet-i Wücud (Birlik) Tezâhür ediyor.
Attar’ın bu Yakıştırması Tasawwuf’ta Qabul gördü. Bir çok Nazireler’i, Çeviriler’i, Denemeler’i yapıldı. 1300’lerde Gülşehri Türkçe’ye Tercüme etmiş ama kendi Tasarruflar’ı da var. Kırşehirli Gülşehri aynı zamanda bir Ahi’dir. Ahi’lik Düşüncesi’ne bir de Attar’ı ekliyor. Gül, Hz.Rasul’dür… Bülbül’ün Gül’e Sevgisi’nin anlatıldığı bu Mantıqu’t-Tayr Eseri’nin Yazarı’nda bu ima var.
Ebced üzerinden de bir Yansıma arayışı olmuş. He vav dal (Hüd) Kelimesi’nin değeri 15’dir. Hüd Hüd olunca bu Sayı 30 ediyor. Bül Bül, Cik Cik Karşılıkları’nda enteresan Uyuşmalar görülmüş. Bülbül’de 96 Sayı’sı ve Alaq Sûre’si çıkıyor. Cik Cik ise 33 Sayı’sı ile tekrarlanan Cik Cikler’de Allâh’ın Tesbihâtı’nı, 99 Esma’yı görmek Mümkün olmuş.
Selçuklu, Osmanlı Kartalı, bu Simurg’u ifâde ediyor. İslam’ın Koruyucu Güc’ü Selçuklu, Qaf Dağı’nın ötesinden İlâhi Ses’e uyan bir Güç olarak doğuyor ve Simurgluğu’nu gösteriyor.
Nesir Çeviriler’i de yapılmış. Bir Çok Şiir, Edebiyat Ürün’ü buradan etkilenerek aynı nokta’ya İşâret etmiş. İlm’in “Kendini bilmek” Oluş’u ile ilgili Edebiyat buradan kendisine bir Kök bulmuş.
Simurg Efsane’si sadece Doğu’da değil, Mısır üzerinden Phoniks Hikaye’si Batı’da da Yaygın’dır. ‘İsmi olan fakat Cismi olmayan Kuş’ demişler, bir Zümrüd-ü Anka.
Nutq-u Beşer, ya da Lisân-ı Beşer dediğimizde “Wahiy’de Nutq edilen Kelam nedir” o halde? Bir Kelâm-ı Nefsî midir yoksa Lisân-ı Beşer midir? Mantıqu’t-Tayr İzah’ı, buradaki Sorunsal’ı aşacak bir İmkan vermektedir. O bir Yönü’yle Kelâm-ı Nefsî, Yaratılmamış Kelâm; diğer yönüyle İnsanlar’ın konuştuğu bir Dil’de, onların anlayacağı şekilde indirgenmiş olarak Lisân-ı Beşer. Wahiy bizim Dilimiz’de konuşuyor ama, kendi asli Watanı’ndan Uzak’ta bize “Gölgeleri’ni” sunuyor. O Neliksiz ve Niteliksiz bir Konuşma olduğunda anlamamızın İmkan’ı kalmazdı. Wahy’in Üstün Konumu’na Muqâbil bizim Eksik Dilimiz onunla karşılaşınca, Wahiy anlaşılsın diye Lisân-ı Beşer’de bir Kuş Dili’ne indirgeniyor. İlâhî bir İnzal (İndirgeme) var.
“Qur’ânen Arabiyyen” dediğimizde, Bizim Beşeri Lisanımız’dan alınmış Çamurumuz’a bir Üst Dil’in üflenmiş olduğu anlaşılıyor. Bizim “Din Dili/ Wahiy” olarak gördüğümüz Nuzul Boyut’u, Allâh İndinde olsa olsa bir “Kuş Dili’dir”. Haqiqat ve Marifet Basamakları’nda yukarı çıkıldıkça, bunun “Kuş Dili’ndeki” Tekabüller’i Asli Hüviyetleri’yle görünmeye başlar. Fakat bu Menzil’in bir Son’u olmadığı için O, hep “Kuş Dili” olarak kalacaktır. Hatta Bu Din Dili’ni Çözümleme Girişimleri olarak, Beşeri çabalar ( Fena ve Beqa Maqamı’na varma, Arif b’illâh olma…), Kuş Dili’ni daha da anlaşılır kılmaz, aksine iyice karmaşık hâle getirir. Nitekim, Kuş Dili’ni çözen Attar’ın yaptığı da budur. Hallac’ın, Bistâmi’nin, Mewlâna’nın yaptığı da bu.
Beşerî Sanat ya da Tasawwuf Edebiyat’ı olarak değil, bizzat Qur’ân’a bunu uyguladığımızda Wahy’in anlaşılmasında bir İmkan sunmaktadır Kuş Dili. Bizzat Kuş Kelimesi’ni Qur’ân’da arayınca Nefsî Kelâmî’den yol’a çıkarak, indirgenmiş bir şekilde Zâhir’den Bâtın’a geçmeye bir Yol var mı Sorusu’nu sorabiliriz. Süleymân’ın Mantıqu’t-Tayrı’ndan başlayarak ileriye ve geriye bir Kuş Sembolizmini Qur’ân’da görelim:
Kuşlar:
Neml 17, ‘İnsanlar’dan ve Kuşlar’dan bir Ordu’ diyerek Cinler haricinde 3.Bir Kategori’den bahsediyor. Süleymân Hayvanât’ın Dili’ni de anlardı. Kuş, Süleymân’la konuşuyor. Süleymân’ın Muhatab olduğu karşılıklı bir Konuşma. (Hayvanlar’ın kendi aralarında bir Konuşma değil). Hüdhüd, Süleymân’dan Teklif alan, Emir ve Sorumluluk yüklenmiş bir Varlık. Hüdhüd savunmasını verebiliyor. Görevi’nin başında olduğunu bildiriyor. 30.Âyet’te Hüdhüd, bir İnsan gibi, Mektub’u bırakıp gözetliyor ve Süleymân’a tekrar Rapor ediyor. Bu Aktarımlar bazen Kuş’a, Bazen İnsan’a benzeyen Anlatımlar’la sürüyor.
Geriye gittiğimizde Kuşlar yine İnsan’a benzetilmiş: Baqara 260. Zâhir’deki Mantuq’u şu: Hz.İbrâhim’in Ba’s (Dirilişi) görme Arzu’su var. Ama Zâhiri’in yanında Bâtın üzerinden bir Anlatım, Kuşlar’la ilişkilendirilebilir mi? Hacc Sûresi’nde bu Olay, Müteşâbih değil, Muhkem olarak da anlatılmış. Hacc 27: “ Ve İnsanlar’ı Hacc’a Dâwet et, uzak uzak, bütün Yerler’den Yaya olarak, yahut Hayvan’a binerek gelsinler sana” deniyor. Bu suretle, Baqara 260’da Kuş Dili ile yapılan Müteşâbih Anlatım, İbrâhim’in Daweti’ne 4 bir Yandan gelen Kuşlar’ın ne Mânâ’ya geldiği Konusu’na Hacc Sûresi’nde yapılan Atıf’la, Muhkem-Zahir Mânası’nı buluyor.
İbrâhim’in Daweti’ne İcâbet, Kuşlar’da ve İnsanlar’da anlatılan Boyutları’yla birbirini İzah eden Açılımlar’la Karşılığı’nı buluyor. Zâhir ve Bâtın’ın içiçe geçmiş İrtibat Noktaları’nı işaretleyince bu Mânâ Zâhir oluyor. İbrâhim’in Sorusu’ndaki “Diriliş’i görme” Arzu’su, Külleri’nden dirilen Simurg’un, ya da Ölen Kuşlar’ın Dirilmesi Waadi’nin paylaştıkları Ortak Zemin’de Hayat buluyor. Kuşlar Öldüklerinde dirilebilmişlerdir ve Hz.İbrahim’in görmeyi Arzu ettiği Diriliş Örneği, Kuş Dili’nde ona aktarılmış ve gösterilmiştir.
Kuşlar, İbrâhim’de İnanan/Mü’minler’e dönüşüyor. Bunu Hz.İsmâil’e uyarladığımızda, O’nu Kuş gibi düşünsek, İsmâil’i Qurban etme İmtihanı’nda O (İsmâil), Ebedî Hayat’ı kazanıyor. Fenâ’da Beqâ’ya ulaşma, Wahdet-i Wücud Mânâsı’nı kazanma burada gerçekleşiyor.
Dâwûd, Kuşları’yla beraber Dağ’da Allâh’ı zikrederdi (21/Enbiya 79). Cebelü’r-Rahme, Mescid-i Aqsâ’nın yapıldığı Dağ da aynı şekilde Kuşlar’a Qıble olmuştur. Kuşlar’la burada Dâwûd’un Zikr’i, bir Topluluk Tesbihâtı’dır. Cuma Gün’ü Zikir, Hutbe’dir. Dâwûd da Sebt Gün’ü, Zeytûn Dağı’nda Hitâbesi’ni okurdu.
Qur’ân’da Kuşlar, Hz.İsa’da da geçer. Konuşmaları’nın aktarıldığı Siyerleri’nde Gökler’deki Kuşlar’dan İbret alınmasını Tawsiye eder. Onlar nasıl rızıq’lanıyorlar. Kuşlar gibi Hafif olun, ancak Kuşlar, Melekutu’s-Semawât’a uçabilir, der.
Hz.İsa, İsrâiloğulları’na Allâh’ın üfürdüğü Nefha’sıdır, Rûhu’llâh’tır. İsrâiloğulları ölmek üzeredir, Ağırlıkları’yla Kuşlar’a gittikçe uzaklaşmakta, Yerin Çamur’u ile debelenmeyi sürdüren Engerek Soyu’na özenmektedir. Hz.İsa ile gelen Müjde’ye tutunan, “Nûh’un Gemisi’ne” tutunmmuş olur. Bu Müjde, “İbrâhim’in Ölü Ewlatları’nın dirileceği” Müjdesi’dir. İsa ile gelen İlâhî Nefha, Rûhu’llâh, bi-zinillâh Çamur’dan yaptığı Kuşlar’a üflediğinde, “Ölü Kuşlar’ın” Diriliş’i Tebşir edilmiş olur.
İbrâhim’in Ölü Kuşlar’ı, İsa’da Çamur’dan yeniden diriliyor. Allâh dilerse kendisine Taş’tan da bir Ümmet var’edebilir. Taşlar’dan öylesi var ki, içinden Irmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan Su fışkırır. Taşlar’dan bir kısmı da Allâh Korkusu’yla yukardan aşağı yuvarlanır. İşte böyle “Taş” “Hacer” diye görülerek atılmış, cezalandırılmış, ölüp gitmiş diye İsrâiloğulları’nın Ta’n ettiği Hacer ve İsmâil’in Mekke Yolculuğu, Bekke Wâdisi’nin Taşlığı’nda içlerinden çıkan Zemzem Suları’nın yeşerttiği, Hacer’in Şeceresi’nden gelen Ahmed’in Dirilişi’nde Karşılığı’nı bulacaktır. İbrâhim’in “acaba nasıl olacak da Ahmedi Diriliş Mekke Wâdisi’nde gerçekleşecek” diye görmeyi Arzu ettiği Beklentisi, Kayıp Ewladları’nın, Ölü Kuşları’nın Diriliş’i hakkındaki Allâh’ın bu Waad’i üzerine İsmâil ile birlikte yapmış oldukları Dualar’da (Baqara 124- 129) Karşılığı’nı bulacaktır.
Hz.İbrâhim’in Zürriyyet’i hakkında yaptığı Dua’sı Qabul edilmiş fakat “Zâlimler Ahdime erişmez” denerek İbrâhim’in Zâlim Ewladlar’ı bundan İstisna edilmiştir (Baqara 124). İbrahim’in, Soyundan Zalimler de, Qabiller de gelebileceği, Bir Gün Soyu’nun tamamen ölüp te Namaz’ın, Tesbih’in, Qıble’nin, Secde’nin, Zikr’in kaybolabileceği Kaygı’sı-Endişe’si Karşısı’nda Diriliş’in nasıllığını görme Arzusu’nun Dile getirilmesi Mânidâr’dır. Qalbi’nin İtminan Arayış’ı olarak, Diriliş’i görmek istiyor O. Nitekim, İsmail ve Hacer, Beyt-i Atiq’in Temelleri’nin kaybolduğu Issız, Çöllük Bekke Wadisi’ne yerleştirilmemiş, orada (sonradan İki yetim Hazine’ye kavuşsun diye) Temeller’i üzerine Beyt’in İnşa’sı gerçekleştirilmemiş olsaydı ve onlar da diğer Ewladlar’la birlikte İsrailoğulları arasında kalsaydı, onların başına gelen, İsmâil’in Soyu’na da gelecekti. Peygamberleri’ni öldürmeler, Allâh’ın Sözleri’ni eğip bükmeler, işittik ve İsyan ettik Nidaları’yla Dinleri’yle Yarışma’ya Tewessül etmeler…, aynen İsmâil’in Zürriyyeti’nde de Wuqu bulacaktı. Onlar da İsrâiloğulları gibi Zekeriyya ve Yahya Peygamberler’i Şehid edecekler, Hz.İsa’nın Tebliği’ni Tahrif edeceklerdi.
İlâhî Taqdir Plan’ı bütün bunları önceden Qada etmiş, hesaplamıştı: Meryem’den Babasız doğacak Çocuk ve onun Müjdelediği Ahmed, önceden Taqdir edilmiş bir İş’ti (emren maqdiyya-19, Meryem; 19-21). Bu Diriliş bu şekilde gerçekleşecekti.
Kuşlar’ın Qur’ân’daki İzi’ni Tâkib ettiğimizde Fil Sûresi’nde yine onlarla karşılaşıyoruz. Ebrehe, İbrâhim’in Habeşçe Telaffuzu’nda Hıristiyan Habeş Komutanı’nın Ad’ı. İbrâhim’in yaptığı Kabe’yi yıkmaya gelen İbrâhim. O da İbrâhim’in kaybolan, ölen Ewladlar’ı arasına girmiş, kaybetmiş, Qabilleşmiş, Hüsran içinde olanlarından. Ebâbil Kuşları’nın attığı Hacerler, aslında Kabe’yi korumuyor, Fil Yılı’nda gerçekleşecek olan Ahmed’in Doğumu’nu müjdeliyor sadece. Putlar’la Dolu Kabe’nin korunmasından ziyâde, Kabe’yi Gerçek Hüviyeti’ne kavuşturacak olan Ahmedî Dirilişi koruyup gözetliyor. Kabe’yi Hz.Rasûl’ün Ashâb’ı, Ensâr’ı, Kuşlar’ı koruyacaktır.
Kuşlar’ın Taş atmasında dahi, “attığın zaman sen atmadın” diyerek, içiçe geçmiş Anlamlar, Zâhir ile Bâtın arasındaki gel gitler birbirini Tâkib ediyor. Zâhir Anlam’ı İbtal etmeksizin, bazen 2. 3. 4. Derin Anlamlar’la örülü Çok Katmanlı bir Yapı’yı, “Kuş Dili’nde” yakalamalıyız. Bizzat Kuş’un, Taş’ın, Hacer’in Zâhir Anlamlar’ı yanında, Arabça Mantuqu’nun dışında, Mantuqu’t-Tayr olarak Katmanlar hâlindeki Derinlikli Anlamlar’ı, Rabça Anlamlar’ı da okumalıyız.
Siyâhi Köle Kadın, Mısırlı Hacer, Tewrat’ta da geçiyor. Taş Anlamı’ndaki Hacer’den, İnce he ile yumuşatılmış, Hacer Annemize Saygı Nişane’si olarak inceltilmiş “Hecer”e dönüşüyor. Tewrat’ta verilen Anlam’ı Farqlı olsa da Hacer, Taş ile ilgili Çağrışımlar’ı Bünyesi’nde taşımaktadır. Hacerü’l-Eswed ile Siyahi Taş Kabe’de Köşetaşı oluyor. Tewrat’ın Şeytânî bir istikbar’la uydurduğu gibi Hacer annemiz, atılmış, itilmiş, Miras’tan Mahrum bırakılmış değildir. Şeytân “Toprak” diyerek Âdem’e Secde etmedi. Beni İsrail’de, yine Toprak cinsinden bir Niteleme ile “Hacer” diyerek Hacerîler’i Keremiyyet’ten Nasibsiz gördü. Bu İstikbar Halleri’yle Şeytân’ın Takibcisi oldular. Haddi zatında Âdem Qıssası’nda dâhi ne tür dalavereler çevirdilerse, Şeytân’ın Ağzı’yla konuştular ve Tewrat’ta Âdem’i Suçlu, atılmış, Günahkar gösterdiler. Eğer Âdem Qıssası’nda bu Tahrifat’ı yapmasalardı, Hacer ile ilgili İmtihanları’nda doğru Tercih’i yapabilirlerdi. Belki sırf Hacer’e olan Kinler’i ile, Şeytân Pozisyonu’nda Âdem’i de suçladılar. Böylece Hacer’e yaptıkları İtham’a Kitab’tan bir Kök bulmuş olacaklardı.
Hacerü’l-Eswed ile Bina’nın tamamlandığı Köşetaşı, Hz.Muhammed’in “Nübüwwet Binası’nda Eksik kalan Son Gediği” de tamamlayıp, orada kendi Konumu’nu Taş benzetmesi şekli’nde Nübüwwet Zinciri’ndeki Son Halka’ya bağlayan Hadisi’nde de Gizli’dir. 35 Yaşı’nda Kabe’nin Tamir’i akabinde yerine konan Hacerü’l- Eswed’in, İlâhî Taqdir ile Hz.Muhammed üzerinden Cereyan etmesi, yine Onu Hacer Annemiz’e bağlamakta, Kabe’nin Köşesi’ne konan Son Taş, hem Hacerü’l-Eswed’i, hem Hacer Annemiz’i, hem de Hz.Muhammed’i yerli yerinde tanıtmaktadır. Hacerü’l-Eswed, Allâh’ın Cenneti’nden gelen Taş diye övülecektir artık.
Hz.İsa’nın, Ahmedî Tebşiri’nde Kuş Dili üzerinden yaptığı Metaforlar bir hayli fazladır ve Tahrif’e rağmen bunlar kalmış. “Yapıcıların beğenmediği Taş, Köşetaşı olacak” diyen Hz.İsa, bu Sözü’nün hemen öncesinde Bağ Misali vererek, Allâh’ın Nübüwwet Mirası’nı İsrâiloğulları’ndan alıp, Haceriler’e vereceğine dair açık İşâretler sunar. (Markos 12;1-12/ Matta 21; 33-42/ Luka 20; 9-19).
Hz.Mûsâ’nın Asa’sını Hacer’e vurunca 12 Pınar’ın oradan fışkırması, Çöl içinden ve Taşlar’dan Diriliş’in bir başka Örneği’dir. Muhammedî Nimet Boyutu’nda Hacc ile ortaya çıkan Qıble, Âlemler’e Rahmet olacak, buradan çıkacak Su, Tüm İnsanlığı sulayacak.
Wahy’in içinde Tefekkür’le, bu Bağlantılar’ı görüyoruz. Ortak bir Dil Etrafı’nda Wahy’in önceki Kitablar’da da tekrar eden Örnekleri’nde yerleri değiştirilmiş olsa bile, bir Mantıqu’t-Tayr Zinciri’ni aynen buluyoruz. Hacer Annemiz’deki “Taş” Örneği’ne baktığımızda Sözlükler’de, Tewrat’ın Kullanımı’nda bu Bağlantılar’ı bulamasak da, Mantıqu’t-Tayr Dili’nde bunlar açık hale geliyor.
Sahra üzerinden Mirac’a çıkılan Taş Hacerü’l-Muallaqa’dır. Qubbetü’s-Sahra’nın altındaki Sahra, ya da Hacerü’l-Muallaqa, Cennet ile Bağlantı’yı yine kuruyor. Yine Hz.İsa Hawâriler’i görevlendirdikten sonra, Semun’u İşâret ederek “Ben Cemaatim’i Petrus (Kefas/Hacer-Sahra-Kaya-Taş) üzerine İnşa edeceğim” dediğinde, Cemaat’in ve Cami’nin Taş üzerinde olacağını söylemiş oluyor. Böylece Hz.İsa’nın Gerçek Müminler’i de Hacer’in üzerinde yükselecektir. Miraç’ta Sahra/Kaya üzerinden Uruc ile, Risâlet Bayrağı’nın Değişim’i, burada Kaya üzerinde Kurulan Ümmet’i görüyoruz.
Neml 16’da Süleymân Peygamber’in “Bana Mantıqu’t-Tayr öğretildi” Sözleri’ni, Neml Sûresi’nde Hüdhüd’le Alakalı olarak takib ettik.
Maide Sûresi’ndeki Kullanımı’nda da bunu görebiliriz. Maide Kelimesi’nin Zâhiri malum, Sofra demek. Bunun Zahir’deki Mantuqu’nu aşan bir şekilde, onun Çamuru’na üflenmiş Rûh’u ve burada ortaya çıkan Mantıqu’t-Tayr Anlamları’nı Tefekkür ettiğimizde, yine Din Dili’nin İncelikler’i ile karşılaşıyoruz. Hawâriler’in İsa Peygamber’den dilekleri, “Rabbin bize Gök’ten bir Sofra İndirebilir mi” diye ondan istedikleri Dua’da Maide Kelime’si geçiyor. Aynen Hz.İbrâhimin dediği gibi Hawâriler “mutmain olalım, Şâhidler olalım” diyorlar. Bu Dua’yı Hz.İsa Maide 114’te yapıyor: "Allâh'ım, Rabbımız, bizim üzerimize Gök’ten bir Maide indir ki, bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için bir Bayram ve senden bir Mucize olsun. Bizi rızıqlandır, sen Rızıq verenlerin en Hayırlısı’sın!" dedi.
İsrail Târihi Çöl’de Su, Yiyecek Sıkıntısı içinde geçen Musa ile beraber Çıkış sonrası Günleri’ni anlatırken, Göksel Sofra (Maideten mine’s-Semâ) Terkibi’ni kullanır. Burada Sıkıntılar vardı ama, Gök’ten gelen Menn ve Selwa Yiyecekleri ile rızıq’landırılıyorlardı. Belki Hawâriler buna bir Nazire ile, Zâhiri Anlam’ın dışında, Qahiy Manası’nda “Maide” İndirilmesi’ni istiyorlar. İbrâhim’de de Dayf-ı İbrâhim, Halil İbrahim Sofra’sı Bağlantıları’nda “Wahiy” Mânâsı’nı görüyoruz. İbrâhim’de de Büyük Sofra, Peygamberlik’tir.
Böylece Maide’nin Anlam Çerçeve’si içinde, Din Dili’nde kazandığı başkaca Derin Anlamları’nı Tefekkür ettiğimizde, Sofra’daki Nimetler dışında Wahiy Nimeti ile Alakası’nı kuruyoruz. Sofra’daki Nimetler Tin, Zeytun, Üzüm, Hurma olabileceği gibi, Tur Dağı’ndan gelen, Zeytun Dağı’ndan gelen, Hurma Bölgesi’nden gelen Wahiy Nimeti’ne, Allâh’ın Nûru’na dair daha Büyük Nimetler’de de Anlam kazanmaktadır.
Maide 114’te geçen Hz.İsa’nın Duası’na Allâh Olumlu Muqabele etmiş ve Maide’nin indirildiği Gün’ün Bayram olacağını, Mucize ve Rızık olacağını doğrulamıştır. Arkasından ise “artık kim İnkar ederse ben ona Alemler’den hiç kimseye yapmayacağım bir Azab’ı yaparım” diyerek, bu Mucize karşısında Açık Kapı bırakmadığını bildirmiştir.
Yaradılış Qıssası’ndan bir Arkaplan’ı, tüm Seminerlerimiz’de hatırladığımız gibi, burada da hatırlıyoruz. Adem Uzağa yerleşti, Cennet ile İletişim’in Zor olduğu bir Arz’a yerleşti. Fakat burada başıboş bırakılacak değildi. “artık kime benden bir Hüden gelirse ve tabi olursa Hüda’ya…” (Baqara 38) dendiği gibi Kılavuzluk Âyetler’dedir. Dönmekte olduğumuz bir Yön, bir Yol, İstiqâmet vardır ve Yolumuz’da İşaretler bulunur. Hüdhüd bu İşaretler’i veren bir Üst Dili bize sunuyor. Wadiler geçilirken, Anlamlar iyice anlaşılmalı, Beden Tahtı’ndaki Anlam’ın üzerine yükselen bir Üst Dil ile Mantıqu’t-Tayr Tefekkür edilmeli.
İsimler’in öğretilmesindeki Anlam’ı da burada zikredebiliriz. İsimler’in bir kısmı Esm’aü’l-Hüsnâ’dır, Esmâu’llâh, Zikr; diğer kısmı ise Esmâü’l-Eşyâ, Bedenler’e giydirilmiş Eşyâ’nın Haqiqat’i, Çamur’a üflenmiş Rûh olarak Şeyler’in İsimler’i. Bu İsimler’i Doğru Yerleri’ne yerleştirme Konusu’nda İşâretler bize Yardımcı olacaktır. Allâh’ın Halife’si olarak İnsan, O’nun adına, O’nun Rızası’na Uygun, O ne şekilde yapardıysa aynı o şekilde, ona yaklaşan bir İsimlendirme’yi yapmak durumundadır. Kuş Dili’nin bize böyle bir İmkan’ı verdiğini düşünüyoruz.
C-
DİLLER’İN TEFRİQ’İ
QADİM DİLLER
Göğün ve Yer’in ayrılma’sı gibi, Diller’in, Renkler’in Muhtelif olması da Allâh’ın Âyetleri’ndendir (30/Rûm 22). İnsanlar’ın Halqlar ve Milletler olarak ayrı ayrı kılınması da tanışasınlar diye Taqdir edilmiş (49/Hucurât 13). Bu Ders’te Qadim Diller’den İbrânice, Aramice, Arabça üzerinde duracağız.
Arabça, hem Qadim Diller içerisinde bulunup hem de Küresel Merkezî bir Dil olma Özelliği ile Tek’tir. Bu Küresel Özelliği ile, 300 Milyon Arab ve 1,5 Milyar Müslüman’ın Dili’dir. Şehirler’in Ana’sı Mekke olduğu gibi, Diller’in Ana’sı da Arabça’dır. Qadim Diller’i daha da Geniş ele alsak, Fars, Latin, Sanskrit, Grek, Türk Diller’i üzerinde de durmamız İcâb ederdi. Fakat bunları kısa keserek, asıl işeyeceğimiz Diller’i öne aldık.
Farsça, 2 Büyük Dil’in, Roma ve Fars Dili’nin, 2 Büyük Mücâdele’nin bir Tarafı’nda yer alıyor. Farsça, bizim için Düşman bir Dil Portre’si yaşamadı. Bu Taraf’ta Arabça, Farsça, Türkçe… harmanlanırken, Cephe’deki Düşman Portre’de Roma yer aldı. Farsça, Erken Dönem’de Teslim olarak tüm Hüwiyeti’yle bu Taraf’a katıldı.
Sanskritçe Ölü Dil.
Qıbt Dili sadece Yazı’sı Wesilesi’yle, Hiyeroglif Karakteri’yle Anlam kazandı ama Sanskritçe kadar bile yaşayamadı. Mısır’ın, O Medâin-i Mısır’ın, 2500 Yıllık Firawunlar’ın Dili’nin Son’u bu oldu.
Latince, Küresel Diller’de Ortak Kelime Kaynağı olarak var. Konuşma Dil’i olarak ise Ölü’dür. Sadece Katolik İbâdet Dili’nde Kullanım Alan’ı var. O halde Latince de Ölü Dil. Sadece Kelime bazında Batı’nın Küresel Dilleri’ne Katkı vererek yaşıyor.
İbranice’ye geçmeden önce, Hiyeroglif üzerinde duralım. Hiyeroglif, Kutsal Yazı demek. Fransızlar bu İsm’i vermiş. Efsane’de Tanrı Toth, Mısırlılar’a Yazma’yı öğretiyor, bu yüzden de Kutsal Yazı’dır o. “Alleme bi’l-Qalem” Kelâm-ı Qadim’inin Mânâsı’na da bu Efsane’nin Haqiqât taşıyan bir Kökü’nün varolabileceği İhtimali’ni iliştirebiliriz. Benzer bir Tema’yı, Peygamberler Târihi’nden, Ders Kökü’yle alaqalı -İdris a.’ın Mısır’da duyulan Tebliği’nde kurabiliriz.
İdris ve Mısırlı Hermes haqqında anlatılanlar, Mısır’ın aynı Dönemi’ne Teqâbül ediyor. Bu Mısır’ın Doğuş dönemi’dir (MÖ.3000). Yazı’nın Pir’i İdris ise, belki geride böyle bir Haqiqât Payı olabilir. Sonradan bozulmuş Şekli’yle Dewâm etse de Kökeni’nde böyle bir Paralellik görmek, Modern Varsayımlar’dan daha Değerli görünüyor. İdris, Hermes, Yazı Bağlantı’sı ile Mısır Yazısı’nı ve Hiyeroglifi tanımlamak, hem Waqıa ile gösterdiği Paralellikler dolayısıyla hem de Qur’ân’ın İlkeleri’yle Tutarlılık arzetmesi bakımından, diğer Modern Varsayımlar’dan daha Maqbul görülmeli.
MÖ.III.Asır’da, İskender’in Feth’i Sonrası kısa Süre içinde Mısır Dili yok oldu ve Grek Etki içinde tamamen eridi. Afrika Diller’i ve Renkler’i Mensub oldukları Küresellikler içinde en Çabuk Adapte olan, Dili’ni, Rengi’ni Mensub olduğu Millet’e derhal geçiren bir Tabiat’a Meyyal idi. Bu sebeble Mısır’dan başlayarak Kuzey Afrika, Medeniyet’e İntibak Süreçleri’nde, kendi İstekleri’yle kolayca Arab Dili’ne ve Milleti’ne İntikal ettiler. Latinler’in, Grekler’in Baskı’cı, Tektipçi Zulümleri’nin 1400-1500ler’e kadar Avrupa’nın Komşu Halqları’nı bile İstila eden “Katolik” Dünyâ’sı yerine, Medeniyetimiz’de böyle bir Baskı’nın İzi görülmez. Afrika’daki bu İstisna ise, Onun eskiden beri gelen Âdeti’yle açıklanabilir. Nitekim, onların bu Adaptasyonu’nun kendi istekleriyle olduğu târihen Sabit’tir.
Qadim Diller’den Çince de Resimli Yazı’dır. 3.500 Sembol ile anlaşılan Hâli, onun basitleştirilmiş Hâli’dir. Çin Târihi ve Dil’i bir çok Açı’dan Önemli Gelişmeler’e İmza atsa da, Duvar’ın Ötesi’nde kaldığı için, Etki Alan’ı Sınırlı olmuştur. Bu bakımdan onun da üzerinde fazla durmayacağız.
Tahtalar, Taşlar, Papirüsler gibi Çeşitli Satıhlar üzerine yazılan Hiyeroglif ve Çivi Yazı’sı için Ana Satıh Materyali’ne Tablet demek mümkün. Wahiy, Lewhalar ve Mıhlar’la Nûh’un Gemisi’nde Hidâyet Yolu’nu gösterdiği gibi, Mûsâ Peygamber’de de Taş Tabletler’e yazılmış olarak Hidâyet Yolu’na Kılavuz olmuş. Hz.Mûsâ Sinâ Dağı’ndaki 40 Günlük Ayrılığında 10 Emr’in olduğu Lewhalar’la (Taş Tabletler’le) Qawmi’ne dönmüştü. MÖ.1200-1300ler’de Hz.Mûsâ yine Lewhalar’a yazıyor. Hz. Nûh’tan, İdris’ten (MÖ.3000) 2000 Yıl kadar sonra, 2000 Yıllık Hiyeroglif kullanılarak Lewhalar’a yazılmış Yazı. Bu Kutsal Yazı da Hiyeroglif’tir. Mısır Yazı’sı ile, bu Semboller’le yazılmış.
54/Qamer; 13-14.Âyetleri’nde “Tahtalar ve Mıhlar Sahib’i (Gemi) üzerinde onu taşıdık. İnkar edilmesinin Neticesi’nde ona bir Mükafaat olarak (Gemi) Gözetimimiz altında yüzüyordu” buyurulur. Burada Gemi Kelimesi’nin kullanılmaması Şayan-ı Dikkat’tir. Bunun yerine ‘Lewhalar ve Mıhlar Sâhibi’ (Zâ ti Lewwâhin ve Düsür) deniyor ki, bunun Mûsâ’nın Lewhalar’ı ve diğer Suhûf-i Ûlâ-(Uhrâ) Wahiyler’i ile çağrıştırılmış Dili’ni görmemek Mümkün değil. Zâhiren, açıkça Gemi anlaşılıyor. Ama hem buradaki Özel, Seçilmiş Kelimeler’le Kullanımı’nda hem de diğer Yerler’deki (11/Hud; 37-48/ 23/Mü’minun; 27-29) Anlatımlar’ın Vurguları’nda, Gemi’nin Ötesindeki Anlamlar’ı görüyoruz. Buradaki Mantıqu’t-Tayr (Kuş Dili) görüldüğünde, Lewhalar dendiğinde bunun On Emir’le, Şeriat ile, Wahiy ile Alaqası’nı kurabiliyoruz. Mıhlar dendiğinde, Okka’yı, Nûn’u, Qalem’i, Divit’i çözebiliyoruz.
Nûh’un Gemi’si de (Zâhir Anlam’ı İbtal edilmeksizin) Wahiy’den İbâret’tir. Âdem’in Elbiseler’i de öyle, Taqwa Elbiseler’i. Nûh ile beraber az sayıda Mü’min’i Lewhalar ve Mıhlar, yani, Wahiy kurtarmıştır.
Hiyeroglif Yazısı’nın Çözüm’ü daha yeni. 1820’de Jean-Françoise Champollion Adlı bir Fransız Tarafı’ndan Hiyeroglif çözülüyor. Mısırologlar Napolyon Tarafı’ndan buraya getiriliyor. İlâhî İrâde bunların okunmasını İrâde etmiş, sonraki Nesiller’in anlamadığı bir takım Resimler olmaktan bunları çıkarmayı Murad etmiş. Böylece Mısır’ın Târih’i, Onlarca Olay, İsim, Yer bilindi. Yûnus Sûresi’nde Firawun’un Helak’ı anlatılırken, “Senin ancak Bedeni’ni kurtaracağız bugün. (Âhiret’te ise Kurtuluş’un yok)” denir. Yeryüzü’ne Kazıklar Çakan (Ehramlar diken /Zu’l-Ewtâd 38/Sâd;12, 89/Fecr 10) Mısır Uygarlığı’nın/Zulmü’nün Dil’i çözümlendi. Bedenen Mısır kurtarıldı.
İBRÂNİCE
Mısrî Dönem’in Uygarlığı’nda Mısır’a bir Rûh Üfleme Arayışı içinde İbrânî Dili’ni buluyoruz. Kelime’nin Menşei’ne dair görüşler O’nun, Sâm’ın Torun’u Eber’den; Fırat’ın Öteyakası Anlamı’ndaki İbri’den; MÖ.XXI ve XII.Asırlar arasında Mezopotamya, Anadolu ve Mısır Yazılı Belgeleri’nde Habiru’lar (Hebrew) Kökü’nden geldiğini söyler. İbrânice Adı’na ise, Tewrat’ta rastlanmaz, bunun yerine Kenan Dil’i veya Yahudice Tâbirler’i kullanılır. Hebrew Adı Başlangıç’ta daha Geniş Aşiretler ve Halqlar Grubu’nu İfâde ederken sonraları sadece İsrâiloğulları’yla sınırlanmıştır.
Kenânî Halqlar içinde Moab’lar, Filistîler, Amalikalılar, Amoritler gibi Halqlar’ın oluşturduğu bütüne Eberîler deniyordu. Kaldeli ya da Fenikeliler’i içeren bir Aşiretler Grubu’na Dâhil oldukları anlaşılıyor. Eski Ahid, Kenan İli’nin Dil’i ve oradaki Halqlar’ın Aqrabalığı haqqında yeterince İpucu veriyor. Diğer Halqlar Yahudiler içinde eridiği için Yeni Ahit Farqlı bir Bakış Açısı geliştirmiş.
Sami Dil Âilesi’nden İbrânice, Batı Grubu’nun Kuzey kanadı’ndan. Ugaritçe, Fenikece, Moabça, Aramice, Edomca ile Yakın Aqraba. Eski Ahit’teki bir çok Aqraba Şahıs İsimleri’nin, Mezopotamya, Suriye, Lübnan Bölgeleri’nde bir çok Yerleşim Yeri ile Alaqalı olduğu görülüyor.
Habirular, Hiyeroglif’te “Köleler” diye geçer.
İbrânice’nin birkaç Dönem’i vardır. İlk Dönemi’nde Eski İbrânice Kitab Dili’ni değil, Sözlü bir Dil’i taşır.
2.Periyod, Tewrat’ın üzerinde Anlam kazanan Kitab-ı Muqaddes İbranicesi’nin geliştiği Dönem’dir. Dil’in Ana Kurucu Metni bu Dönem’de Rol oynuyor. MS.I.Asr’a kadar bu Dönem sürmüş.
3.olarak Tefsir, Şerh, İlmihal Tarzı’nda Metinler’in oluştuğu Mişna İbranice’si Dönem’i gelir. MS.I.Asır’dan sonra Mişna ile, O’nun Açıklamalar’ı Gemera’nın yazıldığı İbrânice’dir. Bu Dönem’de, Filistin’de Aramca’nın yanında İbrânice’nin de hala konuşulduğu anlaşılıyor. Fakat Mişna İbranice’si, Persçe’den, Grekçe, Latince, Aramice’den de etkilenmiştir. Mişna İbranice’si, İslâm Medeniyeti içinde Özgürlükler içinde gelişmesini sürdürmüş ve Arabça’dan da etkilenmiştir. Bunun yanında sonraları İspanyolca ve Almanca Etkiler’i de taşımış.
4.Son olarak da Modern İbranice Dönem’i geliyor.
Talmud, Gemera, Mişna Sözlü Gelenekler’i, Hz.İsa ile Hz.Muhammed arasındaki Dönem’de Yazı’ya geçirilmiş. Bu Dönem’de ortaya çıkartıılan Mişna Geleneği’nin Tewrat kadar önemsenmesi, Qur’ân’da “Elleri’yle yazdıkları…” Şekli’nde eleştirilir. Tewrat’ı Tahrif ayrı ama, bir de Mişna Tür’ü Ürünler’in, Hz.İsa’dan sonraki Dönemler’de ortaya çıkan Örnekler’i büsbütün Elleri’yle Yazma’dır. Bu Dönem’in çok öncesinde MÖ.IV-V.Asır’dan beri Peygamberlik Silsilesi’ni zaten kapatmışlardı. Hz. İsa’ya inanmamışlar, Qudüs’ten 2.kez sürülmüşler, Mabed yıkılmış idi. Aramice’den ciddi şekilde etkilenmişler, Hz.İsa’nın Muhiti’ni ve sonraki Gelişmeler’i yaşamışlar, Mehdilik Beklentileri’ni bu Muhit içinde artırmışlardı. İşte Mişna bu tür Yaşanmışlıklar ve Olaylar’a bir Cewâb, bir Savunma, bir Silkinme olarak görülebilir.
Modern Dönem’de ise, Kitab-ı Muqaddes’in Dil’i, Klasik Dil, artık Ölü Dil sayılır. Ne Qadim Dönem’le bir Bağ’ı kalmış ne de Küresel Dil olma Hüwiyet’i taşıyabilecek Potansiyel’e Sâhib olabilmiştir. Modern İbrânice, Dağılmış Coğrafyalar’daki Yığın’la Etkiler’i taşıyarak farqlılaşmıştır. Standart bir İbranice kaybolmuş, İşgal Dewlet’i ile yeniden işlerlik kazandırılmaya çalışılmıştır. Fakat bu yeni Dönem’in İbrânice’si her halükarda, Coğrafi Etkiler’den arınsa bile, “Modern” olma Özelliği’ni taşıyacaktır.
Modern İbrânice’de iki Ana Ayrım, Doğu ve Batı Yahudiler’in Diller’i olarak farqlılaşmış. İran, Ukrayna, Rusya, Kuzey Yahudiler’i vb. Doğu’dakiler Eşkenaz Yahudileri’dir ve Diller’i de Eşkenaz Dili’dir. Kuzey Afrika, İspanya, Akdeniz Bölge’si, İstanbul gibi Batı Yahudileri ise, Seferad Yahudileri’dir. Almanya, Polanya, Romanya vb. Yahudiler ise Yiddişçe konuşurlar ve bu da Almanca’ya çok Yakın’dır.
Juden Stat (Yahudi Dewlet’i) Adlı Kitabı’nda Theodor Herzl (1850-1904) Süleymân’ın Mabedi’nin yerinde kurulması İdeali’yle orada İbrânice’nin konuşulması gerektiğini söylemiş. 1948’de bu Süreç oluşturulmaya çalışıldı. Dört bir Coğrafya’dan gelen Yahudiler, Karma, Kozmopolit bir Modern İbrânice oluşturdular. Klasik Dönem’le Bağlantı’sı kalmadığı için, Din Dili dediğimiz, Mantıqu’t-Tayr İfâdeleri’ni, “Grameri’ni” kaybetmiştir. Genetiği ile oynanmıştır. Tabi Tahrif olmasaydı için bunları söylüyoruz. Daha Klasik Dönemleri’nde iken, Grek Etki’si altında MÖ.III.Yüzyıl’daki Yetmişler (Septuaginta) Çeviri’si ile Tewrat, İbrânice Örneği bulunmayan bir Çeviri Kitab’ı hâline getirilmişti. Bu Grek Nüsha’sı Temel Qabul edilmiş ve İbrânice Tewratlar sonra bunun Çeviri’si ile oluşturulmuş. Tabi ki bütün bunlar Wahy’in İnzal olduğu Dil olarak İbrânice’nin Ölüm Fermanı’dır. Çevirinin Çeviri’si ile, Wahiy’deki Asli Unsurlar, Din Dili artık ne kadar korunabilir?
Bu Grekçe Asıl’dan Arabça’ya çevrilmiş oradan da İbrânice’ye çevrilmiş. İbrânice İlk Tewrat Nüshası’na bu şekilde Müslüman Medeniyet’in verdiği Zenginlik İmkanı’yla IX.Asır’da kavuşulmuştur. Mûsâ b. Meymonides, Yahudi Kelâmı’nı doğuran Zenginliği, Endülüs Müslümanlar’ı arasında XI.yyda Arabça ortaya koyabilmiştir. Yahudi Kelâm’ı 1100’lerde doğuyor. Bizde ise Kelâm, Felsefe’den önce doğmuş, kendi Aslî Rengi’ni korumuş bir şekilde, Güvenlikli bir Alan İnşa ederek, Dış Tesirler’e Kapı açılmıştır. Ancak bugünkü Yahudi Kelâmı’nın da dayandığı Zemin Mûsâ b. Meymun’un Arabça Çalışmaları’na dayanır.
Felsefe ise Yahudiler için daha önce karşılaşılan bir Zemin’i İfâde ediyordu. Hz.İsa Dönemi’nde İskenderiyeli Yahudi Philon tarafından Felsefe meşrulaştırıldı. Zaten Grek Etkisi’yle yazılmış Tewrat’a yine Grek Dili’nin Felsefe Malumat’ı yedirildi. Hıristiyanlık için de aynı Şeyler’i söyleyebiliriz. Daha Din’in Zâhir, Muhkem Boyutlar’ı tanınmadan Hiristiyanlık, Felsefe ve Tasawwuf Muhakemeleri ile iyice İğdiş edilmişti. Hz.İsa’nın ne söylediği, O’nun Dili’nde daha tam olarak İzâh’a kavuşmadan Pavlus, Roma Wilâyetleri’nde Felsefî Tartışmalar yapıyor, Sufi Kerâmetler’le Hawâriler’i bile geçen “Uçuk” İddilar’da bulunuyordu. Vizyonlar, Kerâmetler, Olağanüstülükler, Menqıbeler içinde bire bin katarak Hawâriler’e de bir çok Olağanüstülükler atfetmişler, böylece Pavlus’un daha yüksek Kerametler’i en Yüksek Otorite hâline getirilmişti. Hıristiyanlığın Kurucu’su Pavlus olunca, O’nun Felsefî ve Sufî Mülahazalar’ı, İsewî Kelâm’ın önüne geçmiş, Hıristiyan Teoloji’si tamamen Beşerî bir Ürün olarak İcâd edilmişti. Sonraki Dönemler’de de “Beşerî Kutsallıklar” aynı şekil’de Dewâm etmiş, Aqide’nin ne olduğuna Beşerî Konsiller “El kaldırmak” Sureti’yle Qarar vermeyi sürdürmüşlerdir.
Karma Boyutu’yla Modern İbrânice’yi oluşturan İrâde, Dinî değil. Siyonizm, Laik Motifler Etrafı’nda örüldü. Tahrif olmuş hâli’yle dahi Kökleri’nden bu kadar Kopuk bir Modern, Seküler Dil’in, Qadim olan Yön’ü kalmamıştır artık. Bu bakımdan Arabça ile Muqâyese Qabul etmez.
ARAMİCE
Asurlular’ın Dili, İmparatorluk, Ticâret Dili olarak İbrânice’den daha Yaygın Kullanım Alan’ı kazanmıştı. Zamanla İbrâniler dahi Aramice konuşur oldu. Hz.İsa’nın Dili’nin Aramice olduğu, o Dönem’de İsrailoğulları’nın Aramice konuştuğu biliniyor. Aramice, Tewrat’ın Dili’ni geriletmiş. Sokak’ta Grekçe’yi konuşan Qudüs Civarı, Din Dili olarak da Aramice konuşuyor. Hz.İsa, Hawâriler Aramice konuşmuş.
Bize kadar gelen Din Dili’ni Aktarma Boyutu’yla Aramice, İbrânice’den daha Otantik, daha Eski bir Dönem’e uzanıyor. Buna rağmen Hz.İsa’nın İncil’inin başına gelen Tewrat’ın başına gelenden daha Trajik’tir. İncil, Aramice olması gerekir iken Ortodokslar’a göre Grekçe’dir, Katolikler’e göre ise Latince’dir.
27 Kitap’tan oluşan Yeni Ahid’in 4 Kitabı’nda, Hz.İsa’nın Siyeri’nin anlatıldığı Kitablar’a Gospel (İncil) demişler. Bunun dışında Pavlus’un Arkadaş’ı Luka’nın yazdığı Resüller’in İşler’i, Mektublar, Yuhanna Wahy’i Bölümler’i ile 27 Kitab’a Wasıl oluyor.
Müjde’ye İncil (Grekçe evangelium) demişler. “Biz Ona Tewrat’ı ve İncil’i verdik” Âyeti’nden İncil bir Kitab olarak anlaşılıyor. Bir de Sıfat olarak anlaşılan Boyut’u vardır ki bu durum’da Hz.İsa’nın Müjdeli Haber’i, Muştu’su demek olur ki, bunun Ahmed’i müjdelemek şeklinde olduğu Açık’tır.
Matta Hâriç 3 İncil’in İlk Örneğinin Grekçe yazıldığı söyleniyor. En başta Sapma var. Sadece Matta Aramice iken, bunun da Aslı Mewcut değil. Yine sâdece Grekçe Matta’yı biliyoruz. 4 İncil Siyer’i, İsa Biyografi’si, Ad’ı üstünde Wahiy değil. Hawâriler’i, Öğrenciler’i olduğu İddia edilen Kişiler’e atıfla bu İsa Anlatımları’na Adres verilir. Ayrıca bu Anlatımlar’ın dayandırıldığı bir Sened yoktur. Luka bunu falan’dan, o da şundan, o da İsa’dan diye naqledilmiş bir Riwâyet Wesiqa’sı yok. ibnu İshâq’ın Siyeri’ne Qur’ân demek ne kadar Wahiy Tanımı’yla Tutarsızlık arzederse, İncil’in Qur’ân gibi bir Kitab olduğunu söylemek de o kadar Tutarsız’dır. Ayrıca İsa’yı gören, duyan Meçhul bir takım Kimseler’in aktardıklarını Kitab’a geçirdiği söylenen İncil Yazarları’nın, bu Hikâyeleri’ndeki Dil de Grekçe. ibnu İshâq’ın Siyeri’ne Qur’ân desek, üstelik de bu Siyer Farsça-Hindçe yazılmış, Arabça olmamış farz’etsek, İncil Yazarları’na atfedilen Kitab’ın ne ile Muqayese edildiği daha iyi anlaşılır. Bize göre, Arabça olduğu halde ibnu İshâq’ın Siyer’i Kutsal değildir. İçinde Zayıf, Eleştiri’ye açık bir çok Riwâyetler barındırır. ibnu İshâq’ın Siyer’i didik didik kritik edilmiş, bir çok bakımdan Eleştiriler getirilmiştir. Cerh ve Ta’dil Noktası’ndan Siyer Malumât’ı, Hadisler’deki Tewsikiyet’in Standartları’na erişmez. Bütün Eleştiriler’e rağmen, İnanç bBoyut’u taşımadığı için Siyer Yazarlar’ı Riwâyet Kritikleri’nden daha Gevşek Kriterler’le Qabul edilmiştir.
Üstelik Siyer’i bu Coğrafya’dan İnsanlar yazmıştır. Halbuki İncil Yazarlar’ı Roma Paganlığı’nın Etkisi’nde, kimisi onların Subay’ı, Asker’i, Memur’u; onların Eğitimi’nden geçmiş, Paganlık’la içiçe yaşayan İnsanlar. Demek ki Aramca yazılsaydı bile ne kadar muteber olacaktı?
Aramca’nın Qudüs Kuzeyi’ndeki Versiyon’u Süryânice’dir. Mezopotamya’da Nasturice de aynı Kök’ten. Fenike Alfabesi’nin Aramiler’ce geliştirilmesi Sonuc’u Nebâtî ve Sınâî Yazısı’nın Aracılığı ile Arab Alfabesi’nin ortaya çıkması, Aramca’nın Bugün’e yansıyan Etki’si olarak Önemli’dir. Harfler’i Harekeleme Şekli’ndeki Örnekler, Arabça’da olduğu gibi MS.700’lerde ortaya çıkmış. Yine Arabça’da olduğu gibi Harekeleme sadece Dini Metinler’de ve Yabancı Kelimeler’de kullanılır. Tabi geçmiş olsun demek lazım, bu arada olan olmuştur zaten. Tewrat’ın Oluşumu’nda Peygamberli Dönem 500’lerde bitti der isek, Tewrat’tan 1200 Yıl sonra Hareke’yi kullanmaya başlıyorlar. Qur’ân’dan bir Asır sonra böyle bir İhtiyaç duymaları İlginç bir Tesadüf.
Fenikeliler’in Bugünkü Alfabe’yi geliştirmeleri, Yazı Târihi’nde çok Önemli bir Gelişme oldu. Araplar’ın, Yunanlar’ın, İbrâniler’in ve Latinler’in Alfabeler’i hep Fenike Alfabesi’nden türemiştir.
ARABÇA
Kazılar Sonucu Söz’ü edilen Arabça Alfabeler Qur’ân’dan en Eski 200 Yıl geriye gidiyor. Nebâti Yazısı’ndan türeyen Arab Alfabe’si bu kadar yeni olmakla birlikte başka Alfabeler’de Grek vb. Târihçiler’in kimi İfâde ve İqtibasları’nda Arab Dili ve Kültür’ü ile ilgili İfâdeler bulunabiliyor. Qur’ân’ın Dil’i Arabça’dır ve O’nun Harf Usul’ü, Qur’ân’ın gerisine gitmiyor. Bu bir Naqısa değildir. Bilâkis onun Ümmî oluşu ile Bağlantılı’dır. Bu şekilde Arabça kendi Qadim Kökü’nü bozulmadan koruyabilmiş, öncesinde bir Edebiyât Müdâhalesi’ne Mâruz bırakılmamıştır. Yazılı Edebiyât’ı olmayan, Qur’ân’dan doğan bir Dil, Qur’ân ile gelişen, ortaya çıkan bir Dil. Qur’ân’ı önceleyen, O’nu etkileyen bir Kitab yok.
Klasik Arabça, öncesinden bir Kopuş, bir Rûh üfleniş İmkanı’nı, Şansı’nı bu sâyede çok daha Yoğun bir şekilde tanımıştır. Klasik Arabça bir Dewlet Dili olarak doğdu, Azınlık Dil’i olarak değil. Hz.Peygamber Hayat’ta iken Dewleti’ne, Medinesi’ne kavuştu. Saray’da büyüyen Mûsâ’nın, Kardeş’i Hârûn’un Ümmî Dili’ne duyduğu İhtiyaç gibi, haricen bir Ümmî Desteğe İhtiyac’ı yoktu.
Hz.Mûsâ’nın Medine’si, Hz.Dâwûd Zamanı’nda ancak kurulabilmişti. Ama Muhammedî Muzafferiyet daha O Hayât’ta iken, Yûnus Peygamber’in Ninovası’na ulaşmıştı. Sahabeler’i Dewlet Başkanlar’ı oldular. İlim, Siyâset, Qaza, Yargı Dili olmakla kalmadı, Ana Kökü’nü Qur’ân’dan alarak, Qur’ân’ın geliştirdiği bir Medeniyet Dili oldu. Doğal Gelişimi’nde Anne-Babası’na, Walideyni’nin Dili’ne iyi davranan oldu. Doğduğu Gün’de, Öleceği Gün’de ve dirileceği Gü’nde Selâm’ı kaybetmeyecek Tutarlılığı kazandı. Arabça’daki Doğal Gelişimi’nde süren evrilmeler, Ana-Baba Dil’i olan Kök’ü bozmadı.
Hindistan’da Qadılar’ı oldu, Dewletler’i oldu. Sanskritçe gibi bir Dil’in Evi’nde, buradan Kelimeler’i aldı ve yine Rûhu’nu, Mantalitesi’ni verdi. Urduca’ya dönüştü, Bangalce’ye dönüştü. Farsi Dil, daha geniş bir İmparatorluk Dil’i iken, o da Arab Alfabe’si Tecrübesi’ni sevdi ve oradan Rûh aldı. Qıbtî, Berberî, Türkî, Kürdî bir çok Örnekleri’yle Ana Kök’e Sâdıq kaldı.
Modern Arabça’ya Müdâhale, yine 1789. Napolyon’un Fransa’sı, Sonrası’nda İngiliz Sömürge’si ve Terbiye’si oldu Mısır’da. İngiliz Dönemi’nde Osmanlı’dan Muhtariyet, Hidivler Dönem’i… Bir Yönü’yle Arnavut olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki Yönetim’i Avrupâî Okullar, Tercümeler, Dil’de Harmanlamalar’ın, Modern Arabça’nın Doğuş Yılları’dır.
Bugün Konferanslarımız’da bile Küresel Dil olarak İngilizce’yi, Fransızca’yı Temel alan bir Biçimlenme içine girdik. Bu Egemenlik’ten kopuş ile Özgürlük gerçekleşebilir. Ebedî, Eskimeyen, Qadim Küresel Arabça’yı tekrar yaşadığımız anda Özgürlüğümüz’e kavuşmuş olacağız.
C- KÜRESEL DİLLER
DİLLER’İN TEFRİQ’İ
Bu Dersimizi de İhtisar ederek Fransızca, İngilizce ve Almanca’yı Bir Seminer’de vereceğiz. Küresellik, Siyâsi, Ekonomik, Huquqî, Kültürel vb. Alanlar’da Etkili olduğu gibi, tabi ki Diller için de Sözkonu’su. Bunun da açık ara önde olanı İngilizce. İmparatorluk olmuş, Waqıa Güneş Batmayan Ülke diye Nam salmış, 1,5 Milyar’ın Dil’i. Bir Milyon’dan fazla Kelime ile kompleksiz bir şekilde başka Diller’den Kelimeler’i kendine mal’etmiş.
Klasik Mânâ’da Ümmilik Kavramı’nın bugün itibariyle kazandığı Anlam, İngilizce’nin Küreselliği’nde İfâdesi’ni buluyor. Şimdi Ümmiliğin bir Boyut’u, İngilizce bilmemekle Tezâhür ediyor.
İngilizce, Germen Dil Âilesi’nden geliyor. Germenler’in Anglar ve Saksonlar Boy’u, Kıta Avrupası’ndan Ada’ya MS.400ler’den itibaren akın akın geliyorlar. Yerli Halq olan Keltler’in Qatl’i ile Ada’ya yerleşiyorlar. Geldikleri yer itibâriyle Saksonlar ve ilâweten Anglar burada büyük bir Kelt Kıyım’ı gerçekleştirmiş. 700ler’de Roma’nın Etkisi’yle Hıritiyanlık yayılmaya başladı. Topyekün Hıristiyanlığı Qabul ise 900ler’de tamamlandı. Bu arada 795’ten 1000ler’e kadar İskandinav İstilalar’ı Eksik olmadı. İskandinav Kuzey Irklar’ı da Germenler’le Aqraba. Bu Dönem’de henüz Hıristiyan olmamış İskandinav Barbarlar’ı Avrupa’nın en Wahşî Halqlar’ı olarak biliniyor. Haçlı İstilaları’na da en İstekli bir şekilde katılan ve Yağmacılık Hevesi’yle Hıristiyan olan İskandinavlar da Germen’dir.
1066’daki Norman İstila’sı ile Fransızca’nın Etki’si altına giriyor. Fakat Ortaçağlar Boyunca asıl Klasik Dil, Kıta Avrupa’sında olduğu gibi Latince’dir. Latince dışındaki Mahalli Diller, Köylüler’in Sözlü Gelenekleri’nde, Şiir ve Şarkılar’da ancak Yaşama İmkan’ı bulabiliyordu. Bilim Dil’i, Eğitim Dil’i olan Yüksek Dil Rönesans’a kadar Batı’da Latince’dir. Roman-Katolik Baskı’sı, Tek-Tip bir Hıristiyanlığı, Dil’i, Kilise’yi, Mimari’yi, Kültür’ü Empoze ediyordu. Bu bakımdan Avrupa’da Yerel Diller’in gelişmesi 1400ler’den sonradır. Aynı Şekilde İngilizce de 1700ler’e kadar Klasik, Yüksek Dil olma Hüwiyet’i taşımamaktadır.
1066 Norman İstila’sı ile Eski İngilizce değişiyor.(İskandinav ve Frenk Karışım’ı Normanlar, Fransa’nın Normandiya Bölgesi’ni, İngiltere’nin Güney ve Batı’sını ve Antaqya’da Haçlı Seferleri’nde kurulan Kontluğu ile, Batı Avrupa’da ve Akdeniz’de Hâkim oldular. 1066’dan sonra Eski İngilizce Primitif Qabul ediliyor ve Fransızca Kelimeler, Ağızlar, Telaffuzlar kazanıyor. Bu aynı zamanda Hıristiyanlığın da Ada’da yayılması ile Paralel gidiyor.
Türkler’in Müslümanlaştığı 900ler Sonrası ile, aynı Dönemler’de Ada’da Hıristiyanlığın yagınlaşması Sözkonusu. Aynı Dönem’de Türkler Müslüman olmakla her bakımdan yükseldiler, İzzet ve Şeref kazandılar. Diller’i gelişti, Yazılı Edebiyat’a Sâhip, Bilim Dili olarak Türkçe neşvü nema İmkan’ı buldu. Fakat aynı Dönem’de Latince’nin Tahakküm’ü altındaki Avrupa’da, diğer Batı Dilleri’nde olduğu gibi İngilizce’de de Primitif Dönemler yaşanmaktadır. Hıristiyanlaşmakla birlikte Roma-Latin Uygarlaştırıcı Misyonu’na tabi olmuş ve kısmen Barbarlık’tan kurtulmuş olsalar da, Roma’nın Kuzeyi’ndeki Barbar Germenler, kendi kendilerini geliştirecek Mahalli bir Zenginliğe İmkan bulamamışlardır. Roma Erk’i onların Tepeleri’ne Balyoz gibi inmeye Dewâm etmiştir.
Diğer Müslüman olan Halqlar gibi Türkler de Müslüman olunca (Germenler’in Hıristiyanlaşması ile aynı Periyod’ta), Lügatları’nı geliştirdiler, İlim Dili olma Hüviyet’i kazandılar ve Müslümanlaşma’nın getirdiği Kavramlar’la evrildiler. Türkler bu Süreç’ten hemen sonra Emperyal bir Güç olcak şekilde Doğu’nun ve Batı’nın Tacı’na Sâhip oldular. İngilizler ise böyle bir Güc’e ancak yakın bir Târih’te erişmişlerdir. İngilizler’in böylesi Küresel bir Güc’e kavuşmaları, Hıristiyan Roma’nın Etkisi’nden uzaklaşmaları Mümkün oldu. Bu bakımdan Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma Süreçleri’nde Hıristiyanlığa açılan Savaş, Batı’nın Kökleri’ne dönmesini sağladı. Yunan, Pagan Roma, Germen Kökler’e dönüş ve Mahalli Kültürler’in Yeniden Doğuş’u (Rö-nesans) ile, bir bakıma “Barbarlığa” da Dönüş gerçekleşmiş oldu.
1500’lerden sonra İngilizce’nin Yeni Dönem’i başlıyor. Önce Fransızca, sonra İngilizce ve en geç te 1700 Sonları’nda Almanca Mahalli Gelişimi’ni sağlıyor. Bunun Sonucu’nda Okuma Yazma Faaliyetleri’nde Artış, Matbaa’nın Gelişim’i, Gazeteler’in ortaya çıkması vb. Gelişmeler yaşanıyor. Dolayısıyla Dil’deki Mahallî Gelişmeler Yaygın-Âwâmî bir Nitelik kazanmış oluyor.
Bu Dönem’de Protestanlık da, “Her İnanır, Rûhu’l-Quds’ü içine alır ve İncil’i Okur” İlkesi’ni Qabul etmişti. ‘Herkes İncil’i anlayabilir ve Rûhu’l-Quds her İnanır’la konuşur’ dediler. Tek başına Kutsal Kitab’ın Otorite’si Yeterli (Sola Scriptura) diyen Protestan Reform, İncil’in Mahalli Diller’de başlayan Tercümeleri’nden Güç alıyordu. İncil, İznik Konsili’nden 1200 Yıl sonra Batı’da artık Köylüler’in Dili’ne çevrilir olmuştu. Latince’nin Egemenliği gitti ve Mahalli Diller’de yazılan İnciller, Anadil’de yeniden İnşa edilmiş oldu. Anglikan Hıristiyanlığı bu Atmosfer’de Gelişme İmkan’ı buldu.
Bu Çeviri Dönem’in Batı’da oluşturduğu Reformasyon Rüzgar’ı, Bizim Meallendirme Târihimiz’le de asla uyuşmuyor. Herşey’den önce Qur’ân’ın Ana Metni korunmuştur ve O Peygamberler’in konuştuğu Diller’le aynı Kök’ten gelen, Arabça’dır. İkincisi Meal-Çevirilerimiz Farsça’ya, Türkçe’ye Erken Dewirler’den beri yapılmış ve bu Konu’da da Latince’nin benzeri bir Çeviri Dil (Arabça) Tahakküm’ü olmamıştır.
İngiliz İmparatorluğu fiilen bitse de Coomnwealth Ortaklığı ile bu Dil’in (Ortak Refah-Ortak Zenginlik Adı altında) Ortak bir Ülkü’yü buralarda yaymış olduğu söylenebilir. 1700-1800ler’de Kölelik Hareket’i, Özgürlük Talebleri ile ortaya çıktıktan sonra, bunun Wasat ve İmkanları’nı bulamayınca tekrar Köleliğe Dönme, Eski duruma Râzı olma Noktası’na gelmeleri gibi, Commonwealth Ülkeler’i de İngiliz Emperyalizmi’nden kurtulduktan sonra yine ona benzer bir Dönüşüme Râzı olmuşlardır.
İngilizce 1066 Kırılması’ndan sonra Orta Dönemi’ne girmiş ve Alfabe Değişim’i yapmıştı. Bizim Alfabe Değişimimiz de 900 Yıllık Kullanım’dan sonra şimdiki Küreselliğe Geçiş ile sağlandı. İngilizler ise Orta Dönem’de oluşmuş Alfabe’de çok az Değişikliğe gidiyor. Yeni Sesler’e yeni Şekiller Qabul etmez, Geleneksel olanı Muhafaza etmeyi sürdürür. Bizde ise ç, ş, ö gibi birkaç ilâwe Hârici’nde Küresel Baskı, 26 Harf’i zorla Empoze etmiş. 29 Harf, bir çok Sesleri İfâde edemeyerek Eksik kalıyor. Yani, biz varolanları bile kırparken, İngiliz Muhafazakarlığı burada takdire şayandır.
Burada İlk Ders’e bağlanırsak, Allâh Melekler’i ve Önceden yaratılmış olan Zi-Şuur Varlıklar’ı Âdem’e Secde’ye Dawet etmişti. İnsan İki Yeteneği ile buna Haq kazanıyordu. Birincisi İrâde Sâhib’i bir Varlık idi. İkincisi ise Dil Sâhib’i olmasıydı. İnsan Nâtıq bir Varlık olarak, Kelâm-ı Nefsî’yi bilme, Arama İmkanı’na Sâhip’ti. Aql’ı, Vicdân’ı ya da Risâlet üzerinden Muhâkeme yapması, Çıkarsamalar’da bulunması ve bunu da hem İç Kelâm ile hem de Dış Kelâm ile Söz’e dökme İqtidar’ı ona verilmişti. İşte İnsan, Dil’i Kullanma İrâde’si ile Sonuçları’na da katlanacak, İyi ya da Kötü Kelime’ye, İyi ya da Kötü Kelime’nin Ağacı’na yaklaşacaktı.
‘Eşyâ’nın İsimleri’ni yaratan Bir Dil’’in Küreselleşmesi’nden bahs’ediyorsunuz. Sömürge’si olan Yerler’de oraların Beyni’ni yıkayarak Resmî Dil olarak kendini Empoze etti. 1 Milyarlık Hindistan’ın Ana Dili İngilizce mi idi ki, Resmî Dil O olabiliyordu. Cezayir’e girince Arabça’dan daha Güçlü Konum’a sokulan Dil, Fransızca oluyordu. İngiliz Uluslar Topluluğu Ubudiyyeti’ni, Bağlılığı’nı bu Dil üzerinden kuruyordu.
Sömürgeci, Diplomatik bir Etki’ye dayanarak ürettiği Kavramlar’ı Dikte ettiriyor, bu Kavramlar’a Teslim olanlara Diplomaları’nı veriyordu. Nasıl Düşünecekleri’ni, İyi ve Kötü haqqında neye karar vereceklerini Tayin ve Tesbit eden bir Dil kurulmuştu. Sömürgeler, kendi kendilerine yeter, Muhtar olma Özelliği’ni yitirip, “İngilizler’in Halifeler’i” oldular, Allâh’ın Halife’si değil. Olan biteni “Din Dil’i” ile özetleyecek olur isek, İngilizler’in “Halife’si” oldular. Sömürgeler Ubudiyetleri’ni Arz edip, Küresel Dil’e, Onun Sâhipleri’ne Uşak oldular. Bu Dil’le oluşturulmuş Dünyâ’ya, Bu Dünyâ’nın Arz’ına İtiraz Mümkün mü idi? Hayır, Eşyâ’nın Tabiatı’na Aykırı’dır bu, kendi kendini İnkar’dır. Bu Dil içinde kalarak Özgürlük peşine düşse, kendi Payı’na kalan yine Prometeus olmaktır. Yani yine O’nun Dil’i içinde Mücâdele eden, Tanrılar’la savaşan bir Şeytân olacaktır.
Bu Küresel Dil içindeki Muhâlefet, sadece Promete olmaya Müsaade ediyor. Demokrasi, İnsan Hakları, Özgürlük vb. Kavramlar’ın vereceği Muhâlefet İmkan’ı ancak bu kadardır. Yine Onun Dil’i üzerinden gerçekleştirilebilecek bir Muhâlefet’le sınırlandırılmış, Sahte bir Özgürlük Edebiyat’ı, Gerçek Muhtariyet Dili’nin Kıyısı’ndan bile geçmiyor.
İkinci bir Kimlik olarak, Alt-Kimliği’nde diğer Muhalifler’den bir Muhâlif (Kadın Hareketler’i, Gençlik Hareketler’i, Eşcinsellik, Yeşiller vb. Muhâlefet) olarak kalmaya Râzı olduktan sonra Bu Küresel Dil, İzin Kapıları’nı açıyor. Bu İzn’e Tâlib olmayı, Mahalli bir Öge, bir Renk olarak var’olmaya İzin çıkarmayı, bir Haq değil, Olta’ya takılan Balık diye görüyoruz. Çünkü İzin veren Küresel Dil, “Sizin Diliniz” değil. Arz, sizin Arzınız değil. Bu, Vaad edilmiş Arz değil. Size Arz edilen Dil, Arzınız’ı bir başka Dünyâ ile kuruyor.
Diller’i Tefriq eden, Allâh’tır. O İnsanlar’dan her Dil’de Allâh’a Duâ ederek Şakımaları’nı istiyor. Ancak Kutsal’ın kendisini İfâde ettiği Dil, Sadece O Dil, Bir Üst Dil olabilirdi. Aramca, İbranice, Arabça böyleydi. Bugün ise İngilizce bir başka Küreselliğin Tarafı’nda olarak Şirk Dili’dir. İbrâhim’in Sâlih Ewlâdları’na Waad edilmiş Medine Arz’ı, Dâwûd’ta, Süleymân’da, Muhammed’te Karşılığı’nı buldu. Klasik Dönem’in bu Medine Küreselliği ile, Modern Küresel Dil’in arasında Büyük bir Mâhiyet Farq’ı vardır.
‘Çamur’a üflenen Rûh’, Modern Küresel Dil, Onun Aslî Kelâmı’nı veren Rûh, İngilizce’ye dayanır. Oradan gelen Kelimeler’e Kendi Dili’nde, Türkçe, Kürtçe vb. Karşılığı’nı bulmaya çalışsa bile, Rûhu’nu oradan alıyorsa Kendini Şeytân’a satmış demektir. Fetret Dewrimiz’de Dil’i biçimlendiren, Eşyâ’ya giydirilen Dil budur.
Küresel Dil’in biçimlendirdiği Ezberler’i bozmalıyız. Eğer bir Şey’e İltica ediyorsanız, başka bir Şey’den İstiaze ediyorsunuz demektir. O halde Şeytân’dan kaçarken Allâh’a sığınmalıyız. Fetret Dewirleri’nde Dinî Duyarlılık’ta, Siyâset Dili’nde, Düşünme Biçimleri’nde… bu Kaçış ve İltica’ya dayanmalı. Bağımsız bir Medrese Arayışı’nı gerçekleştiribilmeliyiz.
Modern Küresel Dil, 300 Yıllık bir Geleneği sürdürme Adı’na dahi ne kadar da Gelenekçi’dir. Trafiği’nden Yazısı’na, Anayasasızlığı’ndan en Küçük Teamülleri’ne kadar hiçbir Şey’i değiştirmiyor. Kendi kurduğu Dünyâ’nın âdeta İlahi bir Değişmezlik hâlesi’yle sarılmasına ve kutsallaştırılmasına Önem veriyor. O Dünyâ’nın Esir’i oluyor. Demokrasi’yi İcad ediyor ama, Cumhuriyet’le onu Taçlandırmaya yanaşmıyor. Ölçü Birimleri’nde Geleneksel Standartları’ndan Tâwiz vermiyor… Biz ise ne kadar Ucuz Şeyler adına neleri Fedâ etmişiz.
Mûsâ, Firawun’un Sarayı’nda Qıbtî Dili’nde, Qıbtice’ye Esir olmadan, İltica ettiği Kaynak’tan Kelimeler’i O’na okudu. Tûr-i Sinâ’da aldığı ibrânice Wahy’i, O Dönem’in Küresel Dili’ne aktardı. Ona Rab, Allâh, Ubudiyyet, Cennet Kavramları’nı bildirdi. Yusuf Saray’da Efendileri’nin Qıbtî ya da Hiksos Dili’yle Melik’le konuştu. İsâ, Roma’da Grekçe’nin Latince’nin küreselleşen Dili’yle konuştu. Roma’nın Resmî Dili’ne de Wahiy, İsâ a. tarfından dönüştürüldü. Hz.Peygamber Herakl’a gönderilen Mektub’ta onun anladığı Dil ile konuşmuştu. İran Kisrası’na da Rasûlu’llâh’ın Mektub’u Pehlewice’de okunmuştu.
Demek ki bu Küresel Diller’den kaçmak değil gayemiz. Çeviri Zarureti’ni bilerek konuşuyoruz. Öyle olursa O Dil’e Nefes verme, İlâhî Nefha’yı Üfürme Mümkün’dür. Aksi takdirde ters’ten Dönüşüm ile, kendi İfâde Tarzı’nı, Ümmiyyet’i, Ümmî oluşu Yitirme olur.